Annesinin aldığı yapbozları birleştirir gibi hepsini düzeltip dizdi, teker teker tamamladı yapbozu. Okuma yazma bilse okuyacaktı ama okuyamadı. Sonra balkona çıktı. Hepsini avucundan bıraktı boşluğa

TOZ

POLAT ÖZLÜOĞLU

‘Baban öldü’

‘…’

Bir sigara çıkardı paketten. Çakmağı yaktı. Sigaranın ucu usulca alev aldı, kızardı, bir cızırtı, gri bir duman hafifçe dağıldı havaya. Sonra derin bir nefes çekti içine, tütünün acı tadı dudaklarına dokundu, ağzının içine dağıldı. Dumanın bir kısmı nefes borusundan göğüs kafesine yayıldı, diğer kısmı da burnuna, sinüslerine, kafatasına. Bir süre içinde tuttu dumanı, tuttu, tuttu, gözleri kızarmaya başladı. Bekledi. Ardından bıraktı, hem ağzından hem burnundan dağılıp havaya karıştı katran rengi duman. Gözleri yandı, nemlendi, kızardı, kirpiklerini kırptı istemsiz birkaç kere. Dumandan. Dumandı nedeni. Başka şey değil, dumandan yaşardı gözleri.

Gözlerini açtığında gri bir kadın silueti usulca dalgalandı önünde. Ardından bir rüzgar incecik kadını eteğinin ucundan çeke çeke gözlerinin önünden alıp yokuşlara götürdü. Kafasını kaldırdı baktı, karşıda dimdik bir yokuş.

Yokuşun başında o, deminki incecik kadın, sarmaşık yeşili gözleri şiş, yüzü kül, gri bir manto üstünde, ona dönüp baktı usulca, o da baktı. Baktı. Ve dönüp arkasını yokuşu ağır ağır çıkmaya başladı. Yokuşun tepesinde tekrar durdu, arkasını döndü, rüzgarda siyah saçları savruldu geriye, bayrak gibi dalgalandı kadın, üflesen uçacak. Baktı yeniden, gülümser gibi ya da ağlar, anlamadı, çok uzaktı. El salladı kadın. O perdenin arkasına saklandı. Gözlerini yumdu. Bekledi. Gitmesin istedi. Dönsün yokuştan. Perdenin arkasından çıktığında yokuşta kimse yoktu. Gözleri ıslandı. Yaşlar ağzından, burnundan, gözlerinden su olup aktı, yapış yapış oldu her yeri, eli, kolu, ağzı, yüzü salya sümük. Pencereyi açtı, ‘‘Sardunyaları sulamayı unutma sakın’’ diyen cılız bir ses çınladı kulaklarında. Sonra öylece çıkıp gidişi evden geldi çocuk gözlerinin önüne, kapının çarpan gürültüsü, merdivenlerde tıkırdayan topuk sesleri, odanın içinde kırılıp dağılan kokusu, mayhoş menekşe, yanağına bıraktığı kırmızı öpücük, mutfak masasının üstündeki un kurabiyesi, sonra birer birer kayboldu hepsi.
‘Ne zaman döncen geri?’

‘Bilmem, sen bekleme.’

O gün, gün geçmedi. Geçti de çocuk başına koca evde yalnız kalınca geçmemiş gibi geldi. Önce biraz korktu hiç yalnız kalmamıştı koca evde. Döner nasılsa dedi içinden. Pencerenin kıyısındaki koltuğa oturup beklemeye başladı. Telefon çaldı, başka zaman olsa koşup açmak için ok gibi fırlardı yerinden, kıpırdamadı. Kapı çaldı, oralı olup da kalkıp bakmadı. Heidi başladı, gidip televizyonu açıp kurcalamadı. Dışarıdan arkadaşları adını seslendi, eğilip de pencereden cevap vermedi. Bekledi. Onu bekledi. Beklemekten sıkıldı, sıkıntıdan patladı ama beklemekten vazgeçmedi. Önce yoldan geçen kedileri saydı, sıkıldı arabaları saydı, renklerine göre ayırdı. Ardından güvercinleri saydı, sıkıldı sonunda karşı bakkala giren çıkan kadın ve erkekleri saydı. Ondan da sıkılınca bir şey saymaktan vazgeçti. Sonra, çok sonra hava karardı, kediler, köpekler, kuşlar, top oynayan çocuklar kayboldu, bir sürü yıldızla doldu içerisi, duvarlarda bir sürü gölge gezinmeye başladı. Kaldırımlar tenhalaştı. Yemek kokusu kapladı tüm mahalleyi, babalar ellerinde ekmek yokuşun başında belirdi birer ikişer, televizyondaki akşam haberlerinin sesi geldi içeriye o yerinden kalkmadı. Sessizce bekledi. Hem acıktı, hem susadı ama kıpırdamadı hiç. Çişi bile geldi de gidip yapmadı. Tuttu. Bekledi. Onu bekledi. Beklerken gözleri kapandı.

‘Yatcan kalkcan, yatcan kalkcan kocaman adam olcan.’

‘O zaman döncen mi?’

Gecenin bir yarısı anahtar şıkırtısıyla uyandı, kapıya koştu hemen. Annesi gelmişti kesin. Kapı güm diye çarptı. Bu sefer küsecekti annesine bu kadar geç kaldığı için ama hevesi kursağında kaldı. Babası kıpkırmızı girdi içeri bir hışımla. Bir sürü şey dedi. Duymadı. Bir sürü şey sordu. Cevaplayamadı. Korktu. Nedenini bilmiyordu ama sustu. Açmadı ağzını. Babası kocaman, kapkara oldu. Bir sürü kapıları, duvarları yumrukladı. Evin altını üstüne getirdi. Masada bulduğu kağıdı okudu, daha da kızdı, buruşturup yırttı, yırttı, beyaz sayfa halının üzerinde parça parça dağıldı. Bağırdı çağırdı babası sonra da geldiği gibi bir sinirle çıktı dışarı. ‘Orospu’ diye bağırdı merdivenlerden inerken, bir sürü orospu çarptı duvarlara. Ne demekti orospu, bilmiyordu ki. Kağıtları yerden topladı. Annesinin aldığı yapbozları birleştirir gibi hepsini düzeltip dizdi teker teker tamamladı yapbozu. Okuma yazma bilse okuyacaktı ama okuyamadı. Sonra balkona çıktı. Hepsini avucundan bıraktı boşluğa. Gecenin karanlığında beyaz ölü kelebekler gibi uçuştu kağıt parçaları. Ertesi gün halası geldi uyurken. Giydirdi bir telaşla üstünü, iki parça giysisini, yapbozlarını, birkaç da oyuncağını aldılar, uçarak çıktılar evden.

Otobüsteyken halası ‘Bir süre bizde kalcaz, babanla annen uzaktalar’ dedi, başka bir şey söylemedi. Aylar sonra öğrendi hapsin ve cennetin ne demek olduğunu. Ama soramadı hangisinin nereye gittiğini.
‘Ağlamak yok’

‘Ağlamıyom ki, toz kaçtı gözüme’