Trenimiz metaforun içinden geçti

HAYDAR KARATAŞ - @karatash20

Ne kadardır bu haldeyim bilmiyorum, içim burkuluyordu. Her şey anlamını yitirmiş gibiydi. O mavi geldi, sordu ‚ ‘nasılım’ diye. Zaten tek ziyaretçim o, gerçek mi hayal mi bilinmez, ama o var. Her insanı en zor anında yalnız bırakmayan bir mavisi var.

Kaldırdı beni yatağımdan, bu genç yaşlarda yataklara düşmeme isyan eder gibiydi. Elimden tuttu, “Annen gelmiş,” dedi. 

Bir koridora çıktık, uzun bir maltaydı, yaslandım mavime, ayaklarım bir boşlukta gider gibi, beni peşinden sürükler gibiydi. Kaçıncı günüydü bu yolculuğun, kaçıncı ayı, sahi nasıl görünüyordum, bilen var mıydı? Bir an düşeceğimi sandım, görüyorum, hissediyorum, ama tutamıyordum. Dünya hayalden bir deniz gibiydi, elimi uzatıyorum uzatmasına ama hayaller kaçıyordu. Burada hiç bir şeye ama hiç bir şeye dokunamıyor insan. Sanki dünya uyuşmuş da, biz o uyuşukluğun üzerinde yürür gibiyiz. Bir karartı gördüm, kolumdaki mavi’mi itti.  Anneme değil, bizi bu hapiste tutan celladımıza götürüyordu. Nazik değildi, sesi mavi’m gibi  kulağıma fısıldamıyordu.

“Düşmana karşı güçlü ol,” dedi. 

Bir merdiven indik, lacivert elbiseler giymiş insanlar, beyaz önlüklü bir hemşire fark ettim. Benim mavim bir kadın dedim. Kolumda girmiş karanlık “zaaflı” dedi. “Sen zaaflısın.”

“Biliyor musun Odin,” dedim, “Sen ve Frejya her savaşın sonunda ölüleri paylaşıyorsunuz, kahraman ölüleri.”

Derin bir kahkaha attı. Sesi koridorun duvarlarına çarptı, büyüdü, kulaklarımı deldi cezaevinin arka koridorundan derin hücrelere indi.
“Odin, sen Gogol’ü okudun mu? Çiçikov senden daha merhametli. O ölmüş canları satın alırdı. Unutulmuş ölülerin ruhlarını alıp büyük saraylara götürürdü. Ölüden canlı yapardı. Ya sen,” dedim. “Sen o korkunç Frejya ile ölüleri paylaştırıyorsun...”

Duvarda, Atatürk’ün bir sözü yazılıydı: “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur!” Yatılı okulda okuduğum yıllardan da hatırlarım bu sözü. Kabakulak geçirmiş okulun revirinde yatıyordum, aman tanrım nasıl da ilaç kokardı o revir. Burası gibi tentürdiyot, aspirin, evet aspirin kokardı yatıl okul revirleri. Ama duyardım çocuk cıvıltılarını. Okulun reviri ikinci katta, binanın doğu cephesinin en dip köşesindeydi, sabah ve akşam güneşi görürdü o köşe. Çocuktum, yatılı okul revirinde kabakulak karantinasına alınmıştım.

Ya şimdi, şimdi  bu açlık kime bulaşıyor da böyle derin kapılar arkasındayım? Ya benim mavim kim, böyle benimle konuşan, güç veren, seven... Ama zayıfım başa edemiyorum bu karanlıkla yoksa ne zaman mavimi hatırlasam, kaçıyor bu karanlık. O yumuşak sesi gene duydum, “Merdiven iniyoruz dikkat et,” dedi.

Ne demek dikkat et, ben sakat birimiydim, görüyordum her şeyi. İki asker geçtik, asansörle yukarı çıktık, yeniden bir koridora girdik, insanlar, hastalar, ilaç kokuları. Bir kadın gözyaşını siliyordu, bir yakını ölmüş olmalı, diye düşündüm. Bir doktor gördüm hemşire ordusu içinde, uzun doktor entarisi arkasından koşar gibiydi. Neden böyle ağlayasım geliyor, neden her şey terk etmiş gibi, sahi bu neyin oyunuydu. Hangi çağın kavgası... sanki bir dünya yıkılmışta biz altında kalmıştık. Büyük filozoflar, hayali devletler, kurulacak yeni devletler hepsi, hepsi tar-umardı. 

“Gel,“ dedi. Bir adım attım ışığa.

“Yavrummm” diye bağırdı tanıdık bir ses, “benim yavrummmm” diye inledi, “bunlar ne yapmış sana?“ Bir çığlık koptu, “yavrumu öldürüyorsunuz!”

“Ölmedim anne, ölmedim,” dedim. Silkindim, kendime geldim. Kolumu sıkı sıkıya tutmuş başka bir elin de beni silkelediğini fark ettim.

“Abidin sen misin,” dedim. Büyük bir heyecanla,

“Haydar annemi gördün mü,” dedi. “Annem gelmiş.” Rüya değildi, hayal değildi. Annem de değildi, ama Abidin’in annesi gelmişti, el sallıyor, bağırıyordu koridorun öte ucunda.

Bak ben geldim, buradayım, der gibiydi.

Hastaneden aldılar bizi. Cezaevi ringine bindirdiler, yüzüne baktım Abidin’in. Hep yüzüne baktım, tanrım ne kadar mutluydu.

“Abidin?”

“Ne var?”

“Abidin, senin annen nasıl duymuş bizim bugün doktora geleceğimizi?”

Dudakları inceldi, yanağında iki çukur belirdi. Küçük kız kardeşinden bahsediyormuş gibi, “ben nereye gitsem arkamdan gelir...” Sustu, nıç nıç etti. Bir derenin içinden koşuyormuş da annesi peşine vermiş gibi güldü. Yüzüne baktım Abidin’in, tanrım ne kadar mutlu bir yüz dedim.
Yıllar önce o karalama defterine bir hapis yolculuğunu böyle not etmişim. Ve geçen Pazar günü bir Akdeniz ülkesinden aradı beni Abidin. Uçağa bindim gittim, otuzlu yaşların sonunda bir adamdı. Saçlarını çok severdi, dökülmüş. Yüzü kupkuru. Meğer bir geminin hangarında dokuz gün yolculuk yapmış. Üstü başı hayatımızın hikâyesi gibiydi. Mavi bir kot pantolon aldım, ceket gömlek çok severdi, aldım. Otele gittik, yukarıdaki satırların kopyasını çekmiştim. Orada okudum. Ağladık, sonra güldük, yeniden ağladık.

“Nasıl buldum seni,” dedi. Dudaklarının kenarında o eski Abidin’i gördüm. Pazartesi sabahı bir trene bindik, üç sınır aştık.

Birinci sınırı aşınca hoş geldin, dedim, sürgünlüğüne hoş geldin. Biz hapislerde büyür yurtdışında yaşlanırız.

Telefonu verdim, anneni ara haber ver, dedim.

Annem üç yıl önce öldü, dedi...

Tren bir tünele girdi, dağın öte tarafında bir aydınlığın içine çıktık. Ova geçtik, derin bir vadiye düştük... karlı bir derenin içinde bir karaca yavrusu gördüm. Yapayalnızdı. Buzlar içindeki bir kayaya tünemişti. Kuyruğu beyazdı, ön ve arka ayaklarını der top yapmış kayasına sığınmıştı. Küçücük bir tepeciği delip çıktık, mavi bir ev gördüm karlar içinde, penceresinde bir çocuk el sallıyordu...