Futbol müptelaları için uzun sayılacak bir aradan sonra Avrupa’da ve dünyada ligler başladı

Tribünleri dizginlemek!

ÖNDER GÖKSAL

Futbol müptelaları için uzun sayılacak bir aradan sonra Avrupa’da ve dünyada ligler başladı. Gerçi bu tatil sürecine koca bir Dünya Kupası sıkıştırdık. Herkes gönül verdiği kulüp takımlarını bir kenara bırakıp geçici aşklara yol aldı. Neyse dört sene sonra kaldığımız yerden devam ederiz bu geçici yaz aşkına. Ülkemizde de önümüzdeki hafta sonu lig perdesi açılıyor. Transfer dönemini takviyeler yaparak geçiren takımlar belirledikleri hedefler doğrultusunda yarışa başlayacaklar.

Futbol bu kadar sevilen bir oyunken ona kayıtsız kalmak imkânsız.  Kendisini ondan soyutlayan kişi ne yapıp edip kıyısından köşesinden kendisini futbol girdabının içinde bir şekilde buluyor. Futbolu kültürel olarak düşük düzeydeki insanların mecrası olarak gören kendine göre kültürlü bir zat bile, işin içine girince durumun aslında kendi kültürel seviyesinden de kat be kat üstünde görmesi olası bir durum.

Futbol, uzun bir süre ülkemizdeki sol cenah tarafından “Kitleleri uyutmak için bir araç” olarak görüldü. Ama bu sol cenahın kalkıp uyuyan bu halka: “Ey halk(tribünler)  neden uyuyorsun?” dediğini ne gördük ne de duyduk. Onlar için kayıp bir kitleydi ve kış uykusuna yatmış bir ayı kadar derin uykudaydılar, onları uyandırmak imkânsızdı. Öte taraftan sağ cenah için her şey yolundaydı. Futbol kitlesi futbol ile ilgilendikçe hiçbir sorun yoktu onlar için. Üstelik tribünlere biraz ulusalcı, milliyetçi ve din kokan argümanlar yerleştirerek milli bir futbol bilinci tesis etmek üzerine kurulu bir futbol politikasını güzelce uyguladılar. Ekonomi içler acısı olsa da futbol sayesinde Viyana kapılarına tekrar dayanabiliyorduk televizyon manşetlerinde.  Eve götürecek lokma bulamasak da dünyayı dize getirebiliyorduk gazete kupürlerinde. Hakan Şükür’ün kafası en önemli beyin göçümüz, Arif’in Manchester’a attığı golü internette ararken verdiğimiz uğraş, bilişimi ilk keşfedişimiz olmuştur.

Ancak bu süreç hep böyle gidemezdi. 3 Temmuz tarihi tribünlerimizin politikleşmesi için bir milat olmuştur. Bu tarihte başlatılan şike operasyonu ülkenin en büyük üç kulübü dahil birçok futbol kulübünü kapsıyordu. Daha sonra bu kulüplerden bazıları kendilerine siyasi bir operasyonun başlatıldığını açık perdeden dillendirmeye başladı. Onlarca kulübün içinde olduğu bu politize durum ülkenin en geniş taraftar kitlelerinden birine sahip olan Fenerbahçe’nin omuzlarında kaldı sürecin sonunda. Kendilerine siyasi çevrelerce bir kumpasın kurulduğundan emin olan taraftarlar mevcut siyasi erkin üzerine tribünlerden tepkilerini kusmaya başladı. Tribünlerden taşan öfke otoyollara, mahkeme önlerine kadar aldı yürüdü.

Gelgelelim tribünlerdeki asıl başkaldırı, asla bir araya gelmez denen taraftarların kendilerini Gezi’de  el ele kol kola görmesiyle başladı. Futbolun uyuşturduğu beyinler Gezi’de bir arınma yaşamıştır. Futbol, ülkemiz için holiganizm kamuflajını Gezi ile bir kenara bırakmıştır. Gezi, solun da sağın da tribünlerin aslında ne kadar güçlü olduğunu sezdikleri andır. Sol, yıllarca “Nasıl bu gücü göz ardı ettik” diye hayıflandı;  sağ ise “Koynumuzda yılan beslemişiz” ya da “besleyememişiz” uyanışını yaşadı. Sonra Beşiktaş’ın Çarşı’sı, Fenerbahçe’nin Ali İsmail Kormaz’ı…  34. dakika sloganları aldı yürüdü…

Tribünler susturulmalıydı, eskiden olduğu gibi uykudan yeni kalkmış mahmur gözlerine tekrar büründürülmeliydi. Ortada sorun çıkaran taraftar grupları vardı ve onlar marjinal ilan edilip eski uyku hapı hüviyetine tez vakitte kavuşturulmalıydı… İşte o süreç hala devam ediyor.  Yeni başlayacak bu sezonda uygulanacak e-bilet uygulaması bu anlayışın tezahürü.

e-bilet uygulamasının maddi rantı bir yana seyircilerin oturacağı koltuğa kadar fişleniyor olması taraftarlar arasında rahatsızlık duyulan diğer bir konu. Özellikle stat girişlerinde ekranlarla yüz okumalarına kadar giden uygulamalar statları bir hapishane görünümüne sokmakta. Birçok taraftar grubu şimdiden e-bilet uygulamasından dolayı maçlara gitmeyeceğini söylüyor. Bunun yanında bazı tribün gruplarının da asıl bu uygulama ile güçleneceği söyleniyor. Son günlerde yaşanan bazı gelişmeler bunu kuvvetler nitelikte. Bazı taraftar grupları sosyal medya aracılığıyla kendilerine bağlı taraftarların e-bilet kartlarını ivedilikle temin edip kendilerine teslim etmelerini ve sezonluk maç yüklemelerinin de kendileri tarafından yapılacağını duyuruyor.

İlginin az olduğunu gören federasyon ve malum firma da e-bilet reklamları piyasaya sürerek pazarı canlandırma uğraşında. Yayınlanan bu reklamlar da e-bilet almak istemeyen taraftarı holigan gibi tanıtarak kamuoyuna e-bilet uygulamasını şirin göstermeye çalışan hüviyette.  Meşale ile zaten stada girmek yıllardır yasak iken sanki e-bilet meşaleli holiganları stadyumlardan silecek tek seçenekmiş gibi sunuluyor.  Yine bu reklamlarda  “T.C kimlik numaramı nereye vermiyorum ki.”  ya da “15 TL her gün kahvehanede harcadığım para” gibi ifadelerle bu tür bilgilerin verilmesi doğallaştırılıyor, ayrıca tekil olarak verilen 15 TL az bir rakam gibi gösterilerek milyonlarca taraftarın oluşturacağı 15 TL’ler havuzunun hangi cebe gireceği saklanıyor. Kaldı ki alınan bu kart ücretinin takımlarla yapılan pazarlıklar sonucu her kulübe ayrı fiyatlardan sunulduğu da gün yüzüne çıktı.

Yeni sezon e-bilet dayatmasıyla başlayacak. Şu aşikar ki e-bilet dayatması bu işin asıl kitlesini statlardan uzaklaştıracak, bakmayın siz reklamların aksini söylemesine. O reklamlar ki liberal ekonominin can damarı, en çürük malı bile bize allayıp pullamaktan öteye geçemiyor. Asıl taraftar e-bilet dayatmasıyla tribünlerden çekilse bile;  kaldırım tribünleriyle takımlarının arkasında olmaya devam edecek.

Futbol çok şeyi içinde besler…
Futbolu 22 adamın anlamsız anlamsız bir top peşinde koştuğu bir oyun gibi gösterenlere bakmayın siz!  Futbol tribünleri de arkasına alıp o 22 adamla birlikte dünyada her şeyi değiştirebilecek güce sahiptir. O 22 adam, hakemler ve tribünlerdeki herkes tek başına birer hikâyedir, romandır, konçertodur… Patronuna kızmış tornacının patronuna öfkesini kustuğu açık tribündür. Yan taraftaki locadan gelen şarap kokusuyla karşılıksız aşkını düşünerek efkâr dağıtan kapalıdaki üniversitelidir. “20 cent için sokaklara çıkmaya gerek yok!” diyen Pele’ye “Sadece 20 cent için değil!” cevabını veren Maradona’dır. Kamerun’un fakir sokaklarında doğup 2003 yılının bir haziran günü Stade de Gerland’ın çimlerine 71. dakikada yığılıp can veren Marc Vivien Foe’dir. Okulundaki sınıf maçlarında; kazara bile düşse yüzü gözü dağılacak beton zeminde, sevdiği kızın dikkatini çekmek adına yapılan röveşatadır…
Futbol ve taraftarlar bu kadar tepeden tırnağa her şeyken, dizginlenirler mi sandınız?