Tragedya, doğrudan herhangi bir efsanenin veya mitosun aktarımı değildir. Mitoslar kült bağlamlarından kopmuş edebiyat ürünlerine dönüşmüştür artık.

Troialı kadınlar

Aydın Afacan

Troyalı Kadınlar’(Troades), aslında tüm zamanlar için cevaplar taşır: Savaşın korkunç yüzüne, savaş sever ‘erk’e ve ‘erkeğe’ ilişkin cevaplar. ‘Kutsal Ilion’un başına gelen felaket (Troya Savaşı) üzerine olsa da dünyanın bütün savaşlarına ilişkin cevaplar… Bir grup kadın bekler, orada, on yıl boyunca işgalciye direnmiş ama sonunda ‘tahta at’ hilesiyle yanmış yıkılmış Troya önünde. Bu kadınlar, kanlı savaşın sonunda kocalarını ve çocuklarını yitirmiş ve yurtları ‘Rüzgârlı Ilion’un yıkıntıları önünde ‘beterin beterini’ beklemekteler: Kocalarının ve çocuklarının katillerine köle olarak verileceklerdir. Priamos’un kızlarından Polyksene daha baştan ağabeyi Hektor’un katili Akhilleus’un mezarı başında kurban edilir.


Euripides’in Troya üçlüsünden biri olan Troades de yazıldığı dönemin savaş koşullarından etkilenmişti. Atina’nın Sparta ile olan gerilimin yanı sıra kendi içinde savaş yanlıları ile karşıtları arasında da gerilim söz konusudur. Akhalar’ın Troya’da yaptığının bir benzerini Atinalılar dönemin ‘tarafsız’ ve barışçı adası olan Melos’ta yaparlar: Adanın bütün erkekleri öldürülür, kadınları köleleştirilir.

Tragedyaların bıraktığı…

Tragedya, doğrudan herhangi bir efsanenin veya mitosun aktarımı değildir. Mitoslar kült bağlamlarından kopmuş edebiyat ürünlerine dönüşmüştür artık. Temalarını ve kahramanlarını o mitoslardan alsalar da tragedyalar, ortaya çıktıkları dönemin şehir-devlet düzeni, ortamı veya koşullarına göre biçimlenmiştir. Örneğin Aiskhylos’un zamanındaki görece uzlaşmacı ortam ile Euripides’in zamanındaki savaşla dolu ortam bu tragedya şairlerinin eserlerine de bu yönleriyle yansımıştır. Troyalı Kadınlar’ın da farklı çağlarda yeniden yazılmış farklı yorumları mevcuttur. Diğer yandan mitoslar kaynak oldukları gibi tragedyalara bulundukları zamanın konjonktürü ile buluşan değerli gereçler sunar. Aynı durum, tragedyalarla diğer edebiyat ve sanat ürünleri hatta örneğin psikanaliz, felsefe gibi disiplinler arasında da söz konusudur. Bu alanda Nietzsche’den Steiner’a, Williams’tan Eagleton’a uzanan geniş bir ‘literatür’ bulunduğu da geçerken anımsatılmalıdır.

Troialı Kadınlar, Çankaya Sahne’de

Euripides’in oyununu yeniden yorumlayan Seneca, Hans Sachs, Franz Werfel, Jean Paul Sartre gibi adları sayan Joachim Latacz’ın dediği gibi “Troyalı Kadınlar, hep bir uyarı olarak algılandı; oyunun çok etkileyici alımlanış tarihçesi bunu gösteriyor”. Evet, bu uyarı; savaşın ‘zarar vermedik kimse bırakmadığı’ gerçeğidir. Öncesinden sonrasına Troya Savaşı, rüya, rüyanın yorumu veya kehanetle başlayan trajik döngünün insanı tanrılar elinde ‘mahkûm’ bir oyuncağa dönüştürdüğünü gösteren en çarpıcı örneklerinden biridir. Oyun bu kez Sartre’ın penceresinden bir yorumuyla ve elbette tiyatronun kendine özgü yorumunun katıldığı biçimiyle Ankara’da Çankaya Sahne’de sergileniyor. (İnsanları tiyatro gibi ortamlardan uzunca bir süre uzaklaştırmış pandemi koşulları henüz kısmen sürerken tiyatro salonlarını -tam olmasa da- dolu görmek gerçekten sevindirici.)

Metni Jean Paul Sartre’a ait oyunun yönetmeni Mehmet Atay; oyuncular da Hülya Dizmen, Oktay Dal, Çağdaş Serter, Deniz Aygün, Deniz Özaydın, Zeynep Dizer, Burcu Özcan, İpek Özdinç, İpek Sonsoy, Asena Melikoğlu, Çağrıl Atay… İzleyici, Sartre’ın perspektifi ile Çankaya Sahne’nin yorumunu buluşturan bu oyunla savaş denilen korkunç eylemin sonuçlarını derinden hissedebiliyor. Troya’yı kana bulayanların kölesi olacak kadınların, Hekabe’nin, Andromakhe’nin, Kassandra’nın abartısız ve ‘içerden’ işleyen sunumundan etkilenmemek elde değil. Troyalı Kadınlar’ın ‘uyarısı’ eski çağlardan günümüze bir kez daha yankılanıyor.

Şiir paragrafı

“Senin gibi incinmiş ve inciterek,/ kulaç attım hep sana” dizelerindeki gibi insandan ve insanlık serüveninden hiç kopmadan yazmış bir şair Ingeborg Bachmann. Kimi yerde gerçeğe ilişkin ‘katı’ vurgular taşısa da şiir sanatının temel özelliklerini göz ardı etmeyen lirik bir duyarlığın şairidir. Şiir ve romandan radyo oyunlarına, dil felsefesinden poetika çalışmalarına edebiyatla, kuramla iç içe olmuş bir insan. Savaş yıllarının sıkıntıları, çevresindeki acı olaylar, yaşamına nokta koyan o yangına uzanan ‘kalabalık’ yıllar… Paul Celan’a şöyle yazar: “Sadece yaz bana, bana yaz ki seni bileyim ve hızlı, çabuk geçen günlerle ve olaylarla, pek çok insanla, pek çok işle yalnız kalmayayım...” Bu ‘paragraf’ın konuğu onun ‘Karanlık Şarkılar’ adlı şiiri. İlk şairlerden Orpheus’a, onun şarkılarına ve ‘karanlık’la biçimlenmiş efsanesine değinmektedir. Orpheus’un çağından kendi zamanına akan hayatın buluşma noktalarını ve çevremizi saran unutuşun karanlık nehrini, art alanı yoğun, göndermeleri ve değindiği ayrıntılarla insana içerden dokunan bir şiir. Bu yönleriyle ayrıntılı inceleme isteyen şiirlerden:

“Ben de Orpheus gibi çalıyorum şimdi
hayatın tellerinde ölümün ezgisini
ve yeryüzünün, bir de cennetin efendisi
gözlerinin güzelliğine söyleyebileceklerim
karanlık şarkılardır yalnızca.
Unutma, sen de ansızın hani
o sabah, kurumamışken daha
döşeğin çiğ yağmurlarından
ve karanfil uyurken henüz göğsünde,
görmüştün o karanlık nehri,
akıp giderken senin kıyılarından.
Gerip suskunluğun tellerini
akan kanının dalgalarına,
ses veren yüreğine sarılmıştım.
Gecenin saçlarına dönüşüvermişti
bir tutam saçın gölgelerde,
karanlığın o kömür rengi taneleri
kar gibi yağarken yüzüne.
Senin bir parçan değilim ne yazık ki,
yakınmaktır şimdi tek yapabildiğimiz.
Orpheus gibi, ben de biliyorum artık
hayatın asla ayrılmadığını ölümden.
Şimdi ben, sonsuza kadar kapanmış
gözlerinin maviliklerinde yüzmekteyim.”

(ç. Ahmet Cemal)