Kapitalizmin bugünkü yapısal krizi sonrası küreselleşmecileri, serbest piyasacı seçkinleri, liberal demokrasiyi, çok kültürlülüğü suçlayan bir toplumsal muhalefet, popülist dalga yükseliyor. Bu dalganın biri sağ “reaksiyoner”, diğeri sol “reformist” iki yüzü var

Trump etkisi filan...

ERGİN YILDIZOĞLU - Araştırmacı, yazar

Yine bir dönemece geldik ama, adını bir türlü koyamıyoruz. Bu belirsizlik içinde, kültür endüstrisi satacak yeni bir fantezi bulmuş gibi görünüyor: Trump etkisi. Sanki aniden Trump seçildi dünyada bir şeyler olmaya başladı. Hala “ne gelirse ABD’den gelir” kafası...

Trump’ın seçilmesi önemli ama onun seçilmesini hazırlayan gelişmelerin yarattığı konjonktür daha önemli. Trump’tan önce Brexit vardı. Ondan önce de Avrupa’da giderek güçlenen sağ popülist akımlar; küreselleşme, gelir dağılımı tartışmalarının, sığınmacılar sorunuyla birleşerek gündemdeki konuların başına geçmesi vardı.

Bir dönem kapanıyor bir yenisi gündeme gelmeye başlıyor, hem kapitalizmin, hem de muhalefetlerinin kendilerini anlatma meşrulaştırma söylemlerinde, bir anlamda Luc Boltanski, ve Eve Chiapello’nun “kapitalizmin ruhu” (Le Nouvel esprit du capitalisme -1999) olarak tanımladıkları bilişsel haritada yeni duruma uygun bir değişiklik yaşanıyor.

Kapitalizmin zamanları ve ruhları
Boltanski ve Chiapello’ya göre salt sınırsız sermaye birikimi motivasyonuyla hareket eden, ahlak kaygısından yoksun bir sistem olarak kapitalizmin işleyebilmesi için gerekli insan kitlesi (çoğunun sistemden pay alma şansı son derecede sınırlıdır) salt maddi teşviklerle, baskıyla harekete geçirilemez. Bireyin, kapitalizme katılmayı kabul etmesi için kişisel çıkarıyla, toplumun çıkarını bağdaştırabilmesi, bu ikisi arasında ahlaken doğru, inanılır bir bağ kurulabilmesi gerekir. Kapitalizmin “ruhu” işte bu bağın belli bir dönemde aldığı biçime ilişkindir
trump-etkisi-filan-214438-1.
Kapitalizmin tarihine baktığımızda, yapısal krizlerle kesilen gelişme dönemleri görüyoruz. Bu farklı gelişme dönemlerinde o döneme özgün bir bilişsel harita, “ruh” egemen olarak dönemin kapitalizmini destekliyor. Tarih boyunca bu “ruhun” üç farklı biçimde şekillendiği söylenebilir.

Birincisi 19. Yüzyılda İngiltere hegemonyası altında gelişirken, Kapitalizmin, bağımsız risk almaya yatkın, yaratıcı bireylerin kahramanlaştırıldığı bir dönem var. Marx’ın Komünist Manifesto’da tanımladığı bu devrimci dönemin atılganlığı, risk alma eğilimini dengeleyen bir tutumluluk, sade, mazbut bir aile yaşamını yücelten etos, ahlak sistemi söz konusu. Bu dönem 1873-99 depresyonuyla başlayan bir yapısal kriz içinde son buldu; bu birinci dönemi destekleyen “ruh” etkisini kaybetti. Artık kapitalizmin temel özellikleri içinde merkezileşme yoğunlaşma, tekelleşme, geniş ölçekli kitlesel üretim yapmaya başlayan, teknolojik gelişmelerle birlikte yeni –yoğun bir sermaye birikim rejiminin gelmekte olduğunu haber veren değişimler yaşanıyordu.

Kapitalizmin yeni “ruhu”nu yaratacak olan ikinci dönemi, bir yapısal krizin 1930’lardaki depresyonu içinde şekillenmeye başladı. Bu yeni “”ruhun da 1960’ların sonuna kadar egemen olduğunu görüyoruz. Boltanski ve Chiapello, bu yeni “ruh”un bileşenlerini, özetle şöyle tanımlıyorlar:

Büyük, merkezi, bürokratik korporasyonlar; rasyonel menajerlerin, plancıların uzun dönemli, akılcı planlamayla dünyayı değiştirmeyi başarabileceklerine inanç; çalışan kesimin dünya görüşünde, uzun süreli, yükselmeye açık bir meslek yaşamı beklentisinin yanı sıra tüketiciyi memnun etmek ile kıtlığı ortadan kaldırma amacı arasında kurulan bir bağlantı... Bu dönemde, Fordist sermaye birikim rejiminin, ulusal refah devletinin, devletçe denetlenen piyasa anlayışının egemen olduğunu görüyoruz. 1970’lerde başlayarak 1980’lerde hızlanan yeni bir yapısal krize bağlı olarak, kapitalizmin bu “ruhu”nun da etkisi kırıldı giderek yeni bir ruh gelişti.

Boltanski ve Chiapello’nun çalışması da kapitalizmin “yeni ruhu”nun ortaya çıkış sürecine ilişkin. Bu dönemin işletme teorileri kitaplarını da tarayarak hazırlanmış zengin çalışmayı burada özetlemeye çalışmak olanaklı değil. Çalışmada, benim özellikle ilgimi çeken iki noktayı kısaca vurgulamakla yetineceğim.

Birincisi 1970’lerde başlayan yapısal kriz, kapitalizmin var olan “ruhu”nu meşrulaştıran değerleri gözden düşürdü.

İkincisi, kapitalizm krizde kendini yenilemeye başlarken, sermaye birikim rejiminin (statükonun) yenilenmeye direnen kısımlarını tasfiye etmek için, toplumsal muhalefetin tepkilerinden, kapitalizme yönelik artistik ve toplumsal eleştirinden yararlandı.

Kapitalizmin yeni ruhu
Yapısal kriz: Kapitalizm bir yapısal krize girdiğinde, kriz eğilimlerine karşıt eğilimleri yeniden düzenlemeye çalışan aktörler ve devlet, var olan rejimin yapısal, kurumsal ve düşünsel direnciyle karşılaşırlar. Bu noktada Harvey’in “swiching crisis” (geçiş krizi) olarak nitelediği bir tıkanıklık yaşanır.

Egemen sermayenin, Fordist birikim rejiminden çıkarak çok daha serbest hareket etmesine daha yatkın bir ortama (neoliberalizme) geçişi için gereken dönüşümler söz konusu olduğunda da, refah devleti, kitlesel sendikalar, ulusal ekonomide planlama, sanayi politikası, dış ticaretin, mali piyasaların üzerindeki denetimler değişime direnen ve özellikle tasfiye edilmesi gereken unsurlar olarak belirdi. Dahası, bu geçiş krizinin aşılabilmesi için fordizmin bileşenlerini doğal ve gerekli kabul eden öznelliklerin direncinin kırılması da gerekiyordu.

Toplumsal muhalefet: Kapitalizm bu öznelliklerin direncinin kırılmasında 1968-73 devrimci dalgasının, fordizme, bürokratik, ataerkil kapitalizme, genel olarak otoriteye yönelik eleştirilerinden, bireysel, cinsel özgürlük, özgünlük, taleplerinden büyük ölçüde yararlandı. Serbest piyasa ve özgürlük, küreselleşme ve demokrasi arasında özdeşlik kuran, sendikaları kötüleyen, esnek çalışmayı, yatay örgütlenmeyi yücelten, toplumsal dayanışmanın bireysel özgürlükleri sınırladığını varsayan bir yeni “ruh” şekillendi.

Bu dönemde kapitalizm, adeta “kapitalizmin idamını sergileyen gösterilere bilet” (Thomas Frank)... bir “isyancılar piyasasına – ‘her şeyi bilen ama yapmaya devam eden’ 68 kuşağına. Sloterdijk. EY- mal satarak” (Joseph Heath, Andrew Potter”) para kazandı.

Biz bunu post-modernizm, çok kültürlülük, ulus devlet fobisi, küreselleşmecilik, kimlik siyaseti, liberal demokrasi kültü olarak yaşadık.

Post-modernizmin temel özelliklerinin, sermayenin gündemindeki, daha sonra neo-liberalizm olarak tanımlanacak, dönüşümlerle beş noktada kesişiyor olması da kapitalizmin yeni “ruhu”nun yerleşmesinde büyük bir kolaylık sağladı

(1) Neo-liberalizm, üretim ve emek alanlarını yok sayarak, yalnızca piyasa ile ilgileniyordu. Post-modernizm, tüketim, “yaşam tarzı” üzerinde yoğunlaşıyor, kapitalizm yokmuş gibi davranıyor, toplumu, maddi ve yapısal belirlenmelerden bağımsız, bir kültürel yüzey olarak düşünüyordu.

(2) Neo-liberalizm, 1920-30 krizinin derslerini görmezden gelerek, krizin piyasanın (kapitalizmin) aksaklıklarından değil, devletin, piyasaya müdahalesinden kaynaklandığını savunuyor, ekonomi-siyaset ilişkisini tepetaklak ediyordu. Post-modernizm, devleti şiddet araçlarına indirgerken, ekonomik alt yapı ile bağını yadsıyordu.

(3) Neo-liberalizm değil bireyi analiz birimi olarak alıyor, toplumu yok sayıyordu. Post-modernizm de bireyi temel alırken, evrensel vatandaşlık ilkesini, homojenleştirici, farkları bastırıcı bir etken olarak görüyor, onun yerine etnik, dinsel, cinsel farklardan kaynaklanan kimlikleri öne çıkarıyordu.

(4) Neo-liberalizm, piyasanın müdahale edilemeyecek kadar karmaşık olduğunu, savunurken, piyasa dışında, bireyin egoist çıkarından farklı bir toplumsal çıkar (kamu) alanı olduğunu reddediyordu. Postmodernizm, Aydınlanma ve Modernite geleneğine karşı çıkarken, bilimin epistemolojik olarak ayrıcalıklı konumunu yadsıyor, böylece, dini söylemleri, kültürel fanteziler bilimle aynı düzeye yükseltiyordu.

(5) Neo-liberalizm, küresel serbest piyasa projesini tarihin sonu olarak görüyordu. Post-modernizm, Modernitenin toplumsal ilerleme, gelişme mantığını, tarihselciliği yadsıyor ve kapitalizmin ufkunu aşma çabalarını, totaliter projeler olarak, mahkum ediyordu.

Bu kesişmenin sonucu tam bir felaket oldu, “hakikat” kavramı değerini yitirdi, işçi hareketiyle, sendikalarla, sosyal demokrasiyle entelektüeller, akademisyenler arasındaki bağ koptu. Üniversitelerde, sol hareket içinde, kültür eleştirisi sorunları, kimlik politikası egemen olarak ekonomik adalet, kapitalizmin eleştirisi, siyasi dönüşüm gibi konuları gündemden çıkarttı.
Aydınlanma sürecinde, kapitalizmin, etnik, dinsel, yerel kimlikleri, vatandaşlık kavramı içinde aşarak oluşturduğu, karmaşık, kapsayıcı evrensellik, post-modernizmin ve neo-liberalizmin saldırıları altında aşındı, toplumsal dayanışma mekanizmaları yok edildi, sadaka düzeni teşvik edildi. Evrensel vatandaşlık kimliği zayıflamaya, bireyler, modernite öncesinde olduğu gibi, daha doğrudan-somut ama, “ötekini” dışlayan, “aşiret” tarzı, etnik, dini, yerel kimliklere sığınmaya başladılar

Kapitalizmin yapısal krizi içinde, son mali kriz kapitalizmin bu “ruhunu” da gözden düşürdü. Şimdi küreselleşmecileri, serbest piyasacı seçkinleri, liberal demokrasiyi, çok kültürlülüğü suçlayan bir toplumsal muhalefet, popülist dalga yükseliyor. Bu dalganın biri sağ “reaksiyoner”, diğeri sol “reformist” iki yüzü var.

Bu iki yüz ahlaka, adalete ilişkin konularda farklı yönlere bakıyorlar ama, küreselleşmenin, gelir dağılımındaki bozulmanın, yönetici seçkinlerin beceriksizliğinin eleştirisi, devletin ekonomiye müdahalesi söz konusu olduğunda bakışları kesişiyor.
Kapitalizm de kendini yenilemeye çalışırken “neo-liberal statükonun” direncini, yine entelektüellerin, işçi sınıfının kapitalizme yönelik eleştirilerinden yararlanarak kırmaya hazırlanıyor.

Yeni “ruhun” nasıl bir şey olacağını henüz bilemiyoruz ama, kapitalizme yönelik eleştirilerin, küresel “yabancı” kapitalizme, yabancılara yöneltilmesinden; seçkinlere, mali sermayeye yönelik eleştirilerin de girişimci kapitalistin yüceltilmesine yönlendirilmesinden; Brexit’e, Trump, Marine Le Pen, Orban, Geert Wilders gibi açıkça faşist özellikler sergileyen siyasetçilerin popülaritesinin artmasından bir fikir edinebiliyoruz.