‘Tuhaf’ bir kuşak ‘Tuhaf Bir Kadın’

A. ÖMER TÜRKEŞ

Eğer 50 Kuşağı’ndan bahsedeceksek, bu kuşağın en önemli ve en karakteristik ismi Leylâ Erbil’den bahsedeceğiz demektir. Tıpkı romanına verdiği isim gibi 'Tuhaf Bir Kadın'dı Leylâ Erbil. Dünyanın boğuntusunu iliğine, kemiğine kadar hissetmiş, bu boğuntuyu teşhir etmek, teşhir ederek aşmak için mücadele etmişti. Erkeklerin ve egemenlerin dünyasıyla kavgası, kavgasını son nefesine kadar taşıyacak coşkusu ve inadı, elinde keskin bir kalemi vardı. Edebiyat ona, o edebiyata yakışmıştı. Elli yılı aşkın yazarlık kariyerinde -günümüz alışkanlıklarına göre- çok fazla eser üretmese de Leylâ Erbil yazdıkları kadar yazarlık duruşu ve kişiliğiyle de sadece 50 Kuşağı’nın değil edebiyatımızın en önemli ve özgün isimlerinden birisiydi.


1931 doğumlu yazarın ilk hikâyesi 1956, ilk kitabı 1960 yılında yayımlanmıştı. 1961 sonrasında TİP Sanat ve Kültür Bürosu'nda görev yapan, 1970’te Türkiye Sanatçılar Birliği’nin ve 1974’te Türkiye Yazarlar Sendikası’nın kurucuları arasında yer alan Leylâ Erbil, 'Türk diline ve edebiyata egemenliği, aynı, zamanda insana, hayata ve dünyaya karşı sorumlu aydın tavrı' nedeniyle 2002 ve 2004 yıllarında PEN Yazarlar Derneği tarafından Nobel’e aday gösterildi.

Leylâ Erbil 50 Kuşağı içinde sayılır. Ancak gerek içerik gerek biçim açısından hepsi de birbirinden farklı eğilimlere sahip -Sevim Burak, Onat Kutlar, Erdal Öz, Orhan Duru, Ferit Edgü, Adnan Özyalçıner, Demir Özlü gibi- yazarlarla temsil edilen böyle bir kuşağın varlığı biraz tartışmalı. Leylâ Erbil’e göre ortak noktaları bilinçaltına ve cinsel konulara verdikleri ağırlıktır;

“1950 kuşağı hikayecileri diye söz açılan, aslında biribirinden farklı olsa da cinsel konulara verilen ağırlıkla göze batan ve Varoluşcular diye anılan yazarlar da dolaylı ya da dolaysız olarak, Freud yöntemlerini deniyorlardı. Rüyalar, mektuplar, hatıratlar, ‘sanrı ve sayıklamalar, sürçmeler Bilinç Altının gün ışığına çıkmasıyla çiçeklenen insan!”

TOPLUM VE BİREY

Erbil de daha ilk öykülerinden başlayarak, toplumsal yaşantıyı ihmal etmeden bireyi, daha çok da Freudyen etkilerle bireyin cinselliğini ön plana alacaktı. Psikanalizin imkânlarından sonuna kadar yararlanmasına rağmen salt psikolojik anlatı içinde de kalmamış, bireyin iç dünyasının toplumla girdiği ilişkilerle belirlenmişliğini de açığa çıkarmayı hedeflemişti.

Ancak Erbil’in asıl özgün yanı yeni anlatım olanaklarını araması, yeni bir dil ve üslüp geliştirmesidir. Edebi modernizmle sosyalizm arasındaki 'gergin ve çetrefil' ilişki üzerine kurulu yapıtlarıyla, toplumun yaralanmış insanlarının sorunlarını ele alan Erbil, bütün metinlerinde çağrışımsal bir dil kullandı, dilbilgisi kurallarını zorladı, gerektiğinde esnetti, metnini 'şiirin, gerçeküstünün biçim bozmalarıyla' katmerleştirip katılaştırdı. Son iki romanında ise şiire yaklaştı Erbil. Söz konusu tercihini -edebiyat anlayışını da ortaya koyan- şu sözlerle açıklayacaktı;

“Kalan'ı neden şiir kitap olarak yazdım? Doğrusu, son yıllarda daha çok felsefe kitapları ilgimi çekiyor, bir de şiirden cayamıyorum. Bu dil ve biçem üzerine bildiğin bir konuşmayı gerektirecek. Kısacası, bu kurguyu böyle bir dille çözebildim. Bu benim biçemim. Doğrusu, gene de bu konuda benim değil P. Recoeur’ün sözleri daha açıklayıcı olabilir: “Algılama analizinin, ‘işleyiş halindeki anlam olarak 'dil'e uzanması basit bir anlam çıkarma işlemi değil; geri tepme yoluyla, yalnızca konuşmanın göstergeleri düzleminde açıklığa kavuşturulabilen algı özellikleri de çıkarılıyor ortaya. Freudcu bilinçdışına dolaylı yoldan ışık tutan özellikler bunlar…”

Hangi tekniği kullanırsa kullansın her zaman sonuca ulaşmasını bilen 'Tuhaf Bir Yazar'dı o. 'Dilin eklem yerlerinin kırılışı ve gerçekliğin yere dökülmüş mozayik taşları gibi dağılışı' sayesinde, darmadağın olmuş bilinçleri yaralanmış halleriyle yansıtmayı -üstelik çok ekonomik bir anlatımla- başardı.

tuhaf-bir-kusak-tuhaf-bir-kadin-644355-1.TÜRKİYE'NİN ARKEOLOJİSİ

Sevgisizlik ve tüketici cinsellik Leylâ Erbil’in her kitabında, ama farklı dönemlerde farklı biçimlerle, kendi dönemlerine uygun imgelerle tekrarlanır. Bireyin aşamadığı, temel sorunlardır bunlar. Bu açıdan baktığımızda, mesela 1940’ların sonlarındaki insan ilişkilerini aktaran 'Mektup Aşkları'nda 1980’li yılların Türkiyesi'ni görmek, 80’lerin arkeolojisinin yapıldığını söylemek pekala mümkün. Erbil’in ilk ürünlerini verdiği dönemin toplumsal yapısının, belki de o yıllarda çok belirgin olmayan karakteristiğini netleştiren de, cinselliği keşfeden, keşfetmenin ötesine geçip 'faş' eden 80’lerin toplumsal atmosferidir. 'Kalan' ve 'Tuhaf Bir Erkek'te ise roman kahramanlarının boğuştukları sorunlar geçmişten bugüne tarih bilinciyle bağlanır. Geçmiş ve bugün, Erbil’in kaleminden büyük bir incelikle birleşiverir. Sancılı ve kapanmayan bir sürecin insanlarıdır Leylâ Erbil'in roman kahramanları. Bir türlü kapanmayan, kapanamayan bu uzun sancılı sürecin insanları olarak hangi tarihsel uğrakta dururlarsa dursunlar, söz konusu süreçleri doğallığı içerisinde yaşamadıkları için normal değillerdir; bu toplumun insanları yaralıdır.

Yaralılık tespitini yapar ama onları mazur görmez ve göstermez. İnsanlar yaptıkları kadar yapamadıklarından da sorumludur. Roman kahramanları yaralarını farklı biçimlerde sarmaya çalışacak, saramadıkları anda ölümle yüzleşeceklerdir. Leylâ Erbil ise kendisini de işin içine katar, öfkesi diline vurur. Güçlülerin, muktedirlerin, iktidar sahiplerinin zulmüne, toplumun boyun eğmişliğine, şiddetin kökenine, varoluşun anlamına yönelik düşünceler yön değiştirdiğinde kendisiyle hesaplaşan bir kadın buluruz karşımızda.

tuhaf-bir-kusak-tuhaf-bir-kadin-644354-1.TARİHDIŞILIĞA VE BELLEKSİZLİĞE İTİRAZ

Hafızayla, hatırlamakla, kısacası zamanla ilgili 'Kalan'da ise daha sertleşir Erbil. Roman kahramanı Lahzen'in devrimci kimliği, Marksizme bağlanmışlığı sayesinde hikâye tarihsel süreçleri de kapsayacak şekilde politik meselelere açılır. Zamanı şimdiki ana sıkıştıranlara, Hitit’i, Roma’yı, Bizans’ı görmezden gelenlere, tarihdışılığa, belleksizliğe itirazıyla Leylâ Erbil Lahzen’in bilincinden bu toplumun tarihine dair unutulmuş, unutulmak istenmiş hikâyeleri hatırlayıp aktarır. Geçmişiyle geleceğiyle, ölüsüyle dirisiyle bu toprakların yerlilerini sahiplenir. Kimisi küçük kimisi büyük, kimisi acıklı kimisi neşeli; hepsi de bize dair, bu topraklara dair, bize kim olduğumuzu, toplumun hafızasında bir tek değer ya da kimliğin değil başka yaşantı ve değerlerin de olduğunu hatırlatan hikâyeler... Ne var ki karanlık bir yanı var 'Kalan'ın. Belki de dünden bugüne miras kalanların sadece karanlık, kötücül anılar olmasından, ya da bilincinin bütün direnişine rağmen Lahzen’in kendisini biraz yenik hissetmesinden. Öyle ya, hatırlamak geçmişten ziyade bugünle ilgili -ve politik bir süreç- değil mi?
Son kez ölümünden birkaç ay önce buluşmuştuk. Erbil'in bugünkü siyasal ve toplumsal duruma öfkesini, dinlerken roman kahramanı Lahzen'in bilinci ile Leylâ Erbil'inkinin iç içe geçtiğini farketmiştim. Lahzen'in zihni ilaçlarla uyuşturulmuş, bir delilik sarmalına dolanmıştı. Leylâ Erbil ise delirmemişti kuşkusuz, delilik tıpkı Cervantes'in Don Kişot'undaki gibi bir direniş durumu, başkalarına da yapılan bir davetti. Çok şükür davete cevap veren yüz binlerce 'deli'yi gördükten sonra kapadı gözlerini. Belki de huzura ermişti...

cukurda-defineci-avi-540867-1.