Ülkemizin pek de alışkın olmadığı tarzda farklı bir romancı. Çünkü hiçbir romanı ilk bakışta birbirine benzemiyor. Özüne bakınca, o aşkı anlatıyor; bunu en iyi anlatanlardan biri üstelik

Tuna Kiremitçi: Ruhumu kurtarmayı başardım

GÜLŞAH ELİKBANK

Tuna Kiremitçi ile son romanı Kendi Seven Ağlamaz’ı konuşurken sadece aşkı değil, kaybeden ve kazanan olmayı da konuştuk. Kendi Seven Ağlamaz’ı okurken Sitare’yi kendime çok yakın bulmuştum. Bu nedenle onun hakkında bir sürü sorum vardı, aşk ve aşık kalmak konusunda kafam karışmıştı. Bu röportajdan sonra Sitare’yi ve aşkını artık daha iyi anlıyorum. Bakalım siz ne düşüneceksiniz?

>>Yazarlar genelde insanı anlamak için yazarlar. Sen daha çok aşkı anlamak ister gibisin. Aşkı anlamak mümkün mü?
Aşkı anlamaya çalışmak umutsuz çaba. Akıl yoluyla kavranabilecek bir şey değil. Zaten başımıza açtığı tüm dertlere rağmen ondan vazgeçmeyişimiz de bu yüzden. Bize kendimizi aklın zincirlerinden kurtulmuş, özümüze dönmüş gibi hissettiriyor. Akıl yüzünden kovulduğumuz doğaya dönmek gibi. Bunu anlayamayız ama hissedebiliriz.

>>Edebiyat dünyası, piyasanın kolaycılığı açısından romanları türlere ayırmayı seviyor ama bu türler içinde aşk romanları hep hafife alınıyor. Oysa aşk “ağır” konu. Ne dersin bu ayrımcılığa, küçümseyen tavra?
Haklısın; bir romanın değeri konusuna bağlıymış gibi tuhaf bir yaklaşım var. Bu yüzden romantik edebiyat üvey evlat muamelesi görüyor. Tabii ki aşkı anlatan her roman pembe dizi olmak zorunda değil. Bir aşk romanı da edebi bakımdan derinlikli ve değerli olabilir. Önemli olan konumuzu anlatırken yaratıcı ve özgün olmak. Umberto Eco son röportajlarından birinde “yazmak bir aşk eylemidir” demiş. Ne güzel!

>>Sitare bir gönül hataları uzmanı. Günümüz kadınlarının bir sentezi hatta. İnsanların gerçek aşkı bir türlü tadamaması, yakalayamaması konusunda ne düşünüyorsun?
Asıl hata aşkı yakalamaya çalışmak belki. Bir şeylerin peşinde koşmaya alışmışız. Hızlı koşarsak aşkı yakalayacağımızı sanıyoruz. Sitare gençliğini oradan oraya koşturarak geçirmiş ve erken yaşta yorulmuş. Aslında biraz durup ruhunun kendisine yetişmesini beklese daha iyi olacak. Bu roman onun uyanışının hikâyesi.

>>Sitare yaşadığı sahte dünyanın içinde gerçek kalmayı başarmış bir kadın. Devran’la aşkında da bu sahiciliği görüyoruz ama bu gerçeklik, aşkı hızla bulup hızla yitirmelerine de neden oluyor. Ne olsaydı o aşk sürerdi?
Haklısın, beni etkileyen de onun bu tarafı. Yıllar önce aklıma düştüğünde ondan ustam Selim İleri’ye bahsetmiştim. “Bu kızı mutlaka yazmalısın” demişti. Küçük yaşta gelen şöhrete rağmen sahici kalmakta ısrar ediyor. Bunun bedelini de ödüyor. Devran da bedeller ödemiş biri. Beraber bir çıkış yolu bulmalarını çok isterdim.

>>Kahramanımız dibe vurduğu bir vakitte aşkı buluyor. Aşk onun hayata yeniden tutunmasını sağlıyor. Aşk için doğru bir zaman olabilir mi? Biz mi aşkı buluruz aşk mı bizi?
Aşkın zamanlaması bizim isteğimize göre olmuyor. Tıpkı mutluluk gibi. Mutlu olmak için hırs yaptıkça mutluluktan mahrum kalırız. Çünkü o hırs zaten mutluluğa engeldir. Aynı şey aşk için de geçerli. Herhalde en hayırlısı hayattan hiçbir şey beklememek ve onun sunduğu her şeyi kabul etmek.

>>Sitare, kalbinden vazgeçmenin büyümenin bedeli olduğunu söylüyor. Senin de büyürken vazgeçtiklerin ya da geride bırakmak zorunda oldukların oldu mu? Kendi adını hayatın kazanan tarafına mı kaybeden tarafına yazardın?
Vazgeçtiğim en önemli şey şöhret oldu. Gençken geri çevirdiğim reklam, dizi ya da film oyunculuğu tekliflerinin sayısını ben unuttum. Kaç kişi aynısını yapardı bilmem. Bu sebeple maddi bakımdan epey kaybettim ama ruhumu kurtarmayı başardım.

>>Sitare’nin çok erken yaşta tattığı şöhret aklıma senin ilk romanınla keşfedilmeni getirdi. Hazırlıklı mıydın isminin bir anda herkesçe bilinmesine? Nasıl başa çıktın bu durumla?
Hiç hazırlıklı değildim. Bu yüzden en popüler olduğum zamanda kalkıp ata toprağımız Bulgaristan’a gittim. Orada birkaç yıl bir kasabada inzivada yaşadım. Neyse ki döndüğümde artık bir “celebrity” değildim. Sonuçta şöhret insanı değil meslek insanı olmayı seçtim.


Kalbinin sesini dinle
>>Bu yaşında, edebiyatın ilk yıllarındaki Tuna’ya nasıl bir nasihat vermek isterdin?
Herhalde vereceğim tek nasihat “başkalarının ne dediğini boş ver, sadece kalbinin sesini dinle” olurdu.

>>Sözcükler dergisinde geçen sayıda çok farklı bir öykü kaleme aldın. Romanlarında da bu deneysel tarzı görüyoruz aslında. Yazmayı çok istediğin ama henüz denemediğin bir tür var mı peki?
Ne yalan söyleyeyim, dünya ve memleket şu haldeyken aşktan başka yazılmaya değer bir konu olduğunu düşünmüyorum. Ama sevda hikâyelerini çeşitlendirmek tabii ki mümkün. Neden polisiye, fantezi ya da bilim kurgu motifleri taşıyan aşk romanları olmasın? Edebiyat tarihinde buna pek çok örnek var, biliyorsun. Amacım böyle katmanlı romanlar yazmak.

>>Romanda sanatçı egosuna da gönderme yapıyorsun. Oysa bana gerçek sanat, kişinin kendini aşması gibi gelir. Ego, benlik, sence aşılabilir mi yoksa sanattaki başarı egoyu beslemeye mi yarar daha çok?
Sanatçıyı bekleyen en büyük tuzak, alkışa bağımlı hale gelmek. Alkış bulamayınca özgüven kaybetmek ve bu yüzden saçmalamak. Haliyle, ego ne kadar büyürse onu besleyecek alkış bulmak da o kadar zorlaşıyor. Bu da sanatçıyı tükenişe sürüklüyor. Ruhsal sorunlar, bağımlılıklar başlıyor. Oysa gerçek özgüven içeriden gelir. Sanatımız ve hayatımız için savaşmamızdan. Bunu fark edenlerin daha şanslı olduğunu düşünüyorum.

>>Yaptığın müziğin tarzı, şiirlerin, romanların hepsi bize senin bir şehir romantiği olduğunu söylüyor ama İstanbul gibi bir şehirde romantik kalmak, aşka hala iyimser bakmak mümkün mü?
Sonuçta romantizm nedir? Hayatta paradan puldan daha önemli şeyler olduğuna inanmak. Bu kafadaki bir insan romantizmi her şehirde yaşayabilir. Şimdiki İstanbul’a pek bayılmıyorum. Ama fırsat bulup Yeniköy’e, Moda’ya, Kuzguncuk’a falan gittiğimde yine de kalbimde bir şeyler kıpırdıyor. O duyguları parayla satın alamazsın. Aynı şey İzmir için de geçerli.

Şöhret bir illüzyon
>>Hayatımız çocukluğumuzda yaşadığımız travmaları şifalandırmakla geçiyor belki. Sitare çocuk bir yıldız olmasaydı sence ne olurdu? Çocuk yaşta şöhret de bir nevi travma olabilir mi?
Büyük travma hem de. Şöhret bir illüzyon dünyası. Millet bir illüzyona tapıyor ya da nefret ediyor ama arkasındaki insanı merak etmiyor. Bu da bir çocuğa göre değil. Sitare bunu yaşamasaydı çok daha mutlu olurdu. Ama çocukken yeterince ilgi ve sevgi görmediği için şansı olmamış. Alain de Botton “iyi anne-baba olmanın ispatı, şöhret arzusu duymadan büyüyen bir çocuktur” der. Bence haklı.
Sitare, bu kadar düşmüş olmasaydım bir taksiciden etkilenir miydim, diye düşünüyor. Kadınların gücü sevdiği söylenir ama Sitare’de tersi bir durum var. Sosyal statünün aşkta bir rolü olabilir mi?
Kadınların sevdiği güç erkeklerin anladığı gibi değil. Bütün sorun da burada. Önemli olan erkeğin özgüveni. Aşkı ve hayatı için savaşabiliyor olması. Bu olduktan sonra yatları-katları olmasa da olur. Devran da bu özelliklere sahip bir erkek. Bu yüzden Sitare’yi etkileyecek kadar güçlü.