Cenaze töreninde o güne kadar görülmemiş bir kalabalık vardı. Uğurlanan, Türkiye işçi sınıfı tarihinin gördüğü en büyük işçi önderiydi. Adı demokrasi, barış ve sosyalizm mücadelesine yazılmıştı.

Türkiye işçi sınıfının unutulmaz önderi Kemal Türkler
İşçi sınıfının 1 Mayıs Taksim buluşmasında ilk olarak onun sesi ve sözü duyuldu. (Fotoğraflar: DİSK)

Okan TOYGAR

Ailece iki gün önce başlayan “1980 Moskova Yaz Olimpiyatları”nı seyrediyorlardı. Her zamanki koltuğunda oturan Kemal Bey, olimpiyatın maskotu olan “Boz ayı Misha”nın gülen yüzünü ekranda her gördüğünde neşeleniyor, sigarasından keyifle bir nefes daha çekiyordu.

Eşi Sabahat Hanım ve kızı Nilgün’ün ise gözleri televizyonda, akılları ise başka yerdeydi. Ülkede yaşanan ekonomik, siyasi ve sosyal kriz dayanılmaz bir boyuta ulaşmış, katliamlar ve birbiri ardına işlenen siyasi cinayetler toplumu bezdirmişti. Yaklaşık üç hafta önce faşistler Çorum’da bir Alevi kıyımı gerçekleştirmişler, on gün önce de TSK seçilmiş belediye başkanı Fikri Sönmez’i görevden almak için sanki bir işgal ordusu gibi karadan ve denizden harekât düzenlemişti Fatsa’ya. 1960’larda yükselen ve 12 Mart 1971 muhtırası ile bastırılan sol hareket, bu kez de sivil faşistlerce sindirilmeye çalışılıyordu.

İki gün önce, 12 Mart cuntasının başbakanı olarak uyguladığı “Balyoz Harekâtı” ile 68 kuşağı devrimci önderlerinin katledilmelerine ve binlerce devrimci ve aydının işkencelerden geçirilmesine neden olan Nihat Erim, Dev-Sol tarafından öldürülmüştü. Cenaze töreni de 22 Temmuz Salı günü yapılacaktı. Son dönemde cenaze töreninin olduğu gün karşı cepheden birine saldırı düzenlenir olmuştu. Sabahat Hanım ve Nilgün’ün huzursuzluğunun nedeni buydu işte. Çünkü yanlarında sakince televizyon seyreden kişi aslında Türkiye sendikal hareketine ve işçi sınıfı mücadelesine damgasını vurmuş bir işçi önderiydi. Üstelik uzunca süredir tehdit telefonları alıyordu ve ertesi gün 22 Temmuz’du.

Kemal Türkler, yirmi altı yıldır aralıksız olarak Türkiye Maden-İş Sendikası Genel Başkanlığını sürdürüyordu. Onun önderliğinde büyük bir hızla ülkenin en saygın ve güçlü sendikası haline gelmişti Maden-İş. 1961’de TİP’in kuruculuğuna öncülük yapmış, 1967’de ise DİSK’i kurarak 1977’e kadar genel başkanlık görevini yerine getirmişti. 1965’de TİP’ten milletvekili ve 1977’de CHP’den Çalışma Bakanlığı önerilerini geri çevirmiş “Ben işçileri, sendikayı ve DİSK’i bırakamam” demişti. İşçilerin hakları için atlı polislerin önüne dikilen (1963 Kavel Grevi), “Cesedimi çiğnemeden işçilere dokunamazsınız” diyerek tankların önüne çıkan (1969 Singer İşgali) ödünsüz ve gözü kara bir önderdi. Saraçhane ve Demirdöküm direnişleri, 15-16 Haziran 1970’de yapılan büyük işçi direnişi, 1 Mayıs mitinglerinin coşkuyla kutlanmaya başlanması, DGM direnişi ve Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası’na (MESS) karşı yapılan büyük grevlerde hep o vardı. İşçiler, Kemal Türkler önderliğinde sınıf bilincine varmış ve mücadelelerinden sonuç alabileceklerini görmüşlerdi. Ülkenin neresine gitse coşkuyla karşılanıyordu. Emek sömürüsü üzerine kurdukları düzen sayesinde servetlerine servet katan sermaye sahipleri ve onların siyasetteki temsilcileri, işçilerin fabrikalarda, tarlalarda, iş yerlerinde örgütlü olmasını kabul edemiyordu. Bu nedenle sendikalara, DİSK’e ve her türlü baskıya ve tehdide rağmen onları büyük bir kararlılıkla bir arada tutan Kemal Türkler’e karşılardı.

Yatmak üzerelerdi ki, babasının öldürülmesi üzerine saatlerdir kafasının içinde korkunç senaryolarla boğuşan Nilgün, bir anda Kemal Bey’in oturduğu koltuğun önünde diz çöktü ve ertesi gün işe gitmemesi için yalvardı. “Ne olur baba, ne olur yarın işe gitme” diye hıçkırarak ağlıyordu. Bir an Sabahat Hanım’la göz göze gelen Kemal Bey eli kızının saçlarında, gülümsemeye çalışarak “Bir şey olmaz güzel kızım, ben kendimi korurum, sen merak etme. Hem yarın gitmesem ne olacak, başka gün gitmeyecek miyim?” dedi.

Nilgün, Beşiktaş’ta bulunun Türkiye Maden-İş sendikasına yakın bir dershanede dil kursuna gittiği için bir yıldır çoğu sabah babasıyla birlikte çıkıyordu evden. Ancak ertesi gün bir arkadaşının nikâhı olduğu için o sabah çıkmayacaktı. Bir tedirginliği de oydu. “Babamın yanında olursam, bir saldırı olursa ne yapar eder babamı korurum, gerekirse kurşunların önüne geçerim” diye düşünüyordu.

Hemen her günü, yoğun bir hak arama mücadelesiyle geçen Kemal Bey, tüm yoğunluğuna rağmen eşini, kızlarını hiç ihmal etmemişti. Çok yorgun geldiği akşamlar bile hiç üşenmez, eşini ve kızlarını sinemaya götürürdü. Neşe ile yaptığı köfteye Yasemin ve Nilgün “Baba köftesi” ismini vermişlerdi.

Babasının ertesi gün sendikaya gitme konusundaki kararlılığı üzerine endişeyle odasına geçti Nilgün. Aklında ne arkadaşının nikâhı, ne de nikâhta giyeceği elbise vardı. On sekiz yaşında genç bir kızın geleceğe dair heyecanlarının, beklentilerinin, ümitlerinin zerresi kalmamıştı onda. “Ya babama bir şey olursa?” sorusu sürekli beynini kemiriyor, bir türlü uyuyamıyordu. Onu bu karamsar düşüncelerden çıkaran güzel bir anı oldu.

Dört-beş ay önceydi galiba. Yine babasıyla evden çıkmış, arabayla sendikaya gidiyorlardı. Hava soğuk ve yağmurluydu. Şemsiyesi olmadığını öğrenince “Sendikada Demet ablandan alıp öyle geçersin dershaneye” demişti babası. Ancak sendikadan çıkıp dershaneye gideceği zaman yağmur durduğundan şemsiyeyi istemek aklına gelmedi. Akşamüstü dershane çıkışındaki o sağanak yağmur olmasa belki ne aralarında geçen konuşmayı, ne de şemsiyeyi hatırlayacaktı. Sundurma altına sığınıp ne yapacağını düşünürken karşı kaldırımda MHP İlçe Örgütü’nün de bulunduğu binanın altında elinde şemsiyesiyle babasını gördü. Sendika başkanı Kemal Bey yağmur artınca, özel kalem müdürü Demet Hanım’a kızının şemsiye alıp almadığını sormuş, almadığını duyunca koşarak onu karşılamaya gitmişti.

Nilgün, yeşil gözleriyle kendisine gülümseyen babasını görür görmez yanına koştu. MHP binasının önünden bir an önce uzaklaştırmak istiyordu onu. Kemal Bey ise sakince kolunu ona doğru uzatarak, “Sana da şemsiye aldım ama izin verirsen koluma gir de aynı şemsiyenin altında kol kola gidelim sendikaya kadar” demişti. O mutlu yağmurun ve eşsiz günün anısı ile uykuya dalıverdi Nilgün.

Ertesi sabah saat dokuz civarı balkonda kahvaltı yapan annesinin ve babasının sesiyle uyandı. Kemal Bey bir yandan kahvaltısını yaparken, bir yandan da eşine, “açı”, “hız”, “mesafe” gibi terimler kullanarak bir şeyler anlatıyordu. Fizik ve matematik bilgisi çok iyiydi Kemal Bey’in. Evde birlikte deneyler yaparlardı ama şimdi sırası mıydı bunun? Önce anlam veremediği bu konuşmaya kulak kesilince babasının kendisini neden balkonda vuramayacaklarını bir fizik yasasını öğretir gibi annesine anlatmaya çalıştığını fark etti. “… dolayısıyla beni balkonda vurmaları mümkün değil Sabahat, ancak arabada ya da sendika önünde vurabilirler” diyordu babası. Duydukları karşısında yeniden o çaresizlik ve sıkışmışlık sarmalına girmişti Nilgün.

Saat 9.30’a geliyordu. Kemal Bey evden çıkmak üzere kapıya yönelince Nilgün hemen kapıya koştu. Sabahat Hanım, “Bugün grevdeki işçileri ziyarete gideceğim” deyince “İşçilere benden selam söyle, sorunlarını çözeceğiz” dedi ve el sallayarak asansöre bindi Kemal Bey. O aşağı inerken, her zamanki gibi Nilgün balkona, Sabahat Hanım da yatak odasının penceresine koştu. Onun sorunsuz olarak gittiğini görmek rahatlatıyordu her ikisini de.

Nilgün balkona çıktığında babası esnafla selamlaşıyordu. Onlara hal hatır sorarken arabasına doğru yöneldi ve kapıyı açıp koltuğa oturdu. Arabasını hep kendisi kullanırdı. Mesleğinde çok yeni, genç koruma polisi Ali Bilsev de yan koltuğa oturdu.

Tam bu sırada apartmana çok yakın mesafede çalışır halde bekleyen turuncu renkte bir “Renault” dikkatini çekti Nilgün’ün. Gözlerini hızla babasına çevirmesinin ardından; arabanın etrafında üç kişiyi görmesi, “Babaaaa” diye çığlık atması ve Merter Ahmet Kutsi Tecer Caddesi’nin silah sesleriyle yankılanması aynı anda oldu.

Ünal Osmanağaoğlu, Abdülsamet Karakuş ve İsmet Koçak isimli faşistler üçlü çapraz ateşle Kemal Türkler’i kurşun yağmuruna tutmuşlardı. Öldürme emri Yılma Durak ve Celal Adan aracılığıyla Alparslan Türkeş’ten gelmişti.1

Abdülsamet ve İsmet kendilerini bekleyen turuncu arabaya binerken, Ünal yukarıdan gelen çığlık sesine doğru başını kaldırınca Nilgün ile göz göze geldi. Nilgün, “Yapmaaaaa” diye bağırırken kurbanının hala yaşadığını fark eden cani, onu kızının gözleri önünde bu kez başından vurdu ve arkadaşları gibi hızla arabaya koştu. O son kurşun, Kemal Bey’in sağ şakağından girip, sol kulağının arkasından çıkmıştı. Koruma polisi Ali Bilsev yara almadan kurtulmuştu saldırıdan.

İşi biten faşistler, hızla olay yerinden kaçarken, karşı yönden gelen bir polis arabası, turuncu arabanın peşine düşmek yerine, sakince yanından geçip gitti.

Nilgün ve annesi aşağı inmişler, feryat figan yardım istiyorlardı. Geçen arabaların hiçbirisi durmuyor, kimse yardıma gelmiyordu. Kemal Bey’in vücudunun sağından oluk gibi kan akıyordu, gözleri açıktı. Bir ara derin bir nefes aldı ve gözleri kapanır gibi oldu.

Bu sırada bir yoğurtçu minibüsü durdu. Araçtan inen sürücü “Başkanım” diye bağırarak telaşla minibüsün içindeki yoğurt sandıklarını dışarı attı ve iki gencin yardımıyla Kemal Bey’i arabaya taşıdılar. Dikkatlice Sabahat Hanım’ın kucağına yatırdılar. Bacakları ise gençlerin dizleri üstündeydi. Samatya SSK Hastanesi’ne doğru yola çıktılar. Sabahat Hanım bir yandan çaresizce ağlıyor, bir yandan da kanlı saçlarını ve yüzünü okşuyordu eşinin. Tam evlerinin yüz metre aşağısındaki DİSK binasının önünden geçiyorlardı ki Sabahat Hanım kucağındaki bedenin bir anda gevşediğini, tamamen hareketsiz kaldığını hissetti.

Tüm yaşamını işçi sınıfının hak ve özgürlüğüne adamış bir sendikacı olan Kemal Türkler, kurucusu olduğu, yıllarca genel başkanlığını yaptığı DİSK’in önünden geçerken son nefesini vermişti…

Katledilmesinin ardından ülke çapında işçiler genel greve gittiler. 25 Temmuz Cuma günü yapılan cenaze töreninde o güne kadar görülmemiş bir kalabalık vardı. Çünkü uğurlanan, Türkiye işçi sınıfı tarihinin gördüğü en büyük işçi önderiydi ve adı demokrasi, barış ve sosyalist mücadele tarihine altın harflerle yazılmıştı. Gidişi de tıpkı yaşamı gibi onurlu ve görkemli olmuştu Kemal Türkler’in.

3 Ağustos 1980’de yapılan olimpiyatların kapanış töreninde “Boz ayı Misha”, Lev Leshchenko’nun “Do Svidanja Moskva (Hoşça kal Moskova)” isimli hüzünlü şarkısı eşliğinde göğe yükselirken, İstanbul’da bir kız sessizce ağlıyordu, tribünde ağlayan Moskovalılarla birlikte.

Ve yağmur…

Şemsiyesiz yakalandığı her yağmurda hala babasını arıyor Nilgün.

“Eskiden nasıl yağıyorsa öyle yağıyordu ama

Yıkık bitik bir yas yağmuru şimdi yağan…”2

1. Abdülsamet Karakuş, Aydın Eryılmaz, Yılma Durak ve Celal Adan’ın “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar” iddianamesi ve yakalandıklarındaki polis ifadelerinden.

2. Jacques Prévert’in “Barbara” isimli şiirinden.

Dip Notlar:

Acılarını tazeleme pahasına röportaj isteğimi kabul ederek bu yazıyı anılarla çok daha anlamlı ve okunası kılan Sayın Nilgün Türkler Soydan’a teşekkür ederim.

Bu yazının bir kısmı, Kemal Türkler’in, işçi sınıfının bilinçlendirilmesi, eğitimi ve ailece tatil yapabilmeleri için tasarladığı ve inşaatında fiilen çalışarak meydana getirdiği, o zamanki adıyla Maden İş Tatil ve Eğitim Sitesi (MİTES) olan Birleşik Metal İşçileri Sendikası Gönen Kemal Türkler Eğitim ve Tatil Sitesi’nde yazılmıştır.

Yazıda; Can Şafak’ın “Kemal Türkler Kitabı”, Birleşik Metal İş Yayınları’nın yayımladığı “Alınterine Adanmış Bir Yaşam”, Orhan Tüleylioğlu’nun “Neden öldürüldüler?” ve Rasim Öz’ün “Kemal Türkler Kürsüde 1-2” kitaplarından, belgesellerden ve o dönemde çıkmış “Alınteri”, “7 Gün”, “Yankı” gibi çeşitli dergilerden yararlanılmıştır.