Pravda... 30 yıl önce Sovyetler’e giderken bildiğim tek kelime... Anlamı gerçek, hakikat, doğru...

Pravda... 30 yıl önce Sovyetler’e giderken bildiğim tek kelime... Anlamı gerçek, hakikat, doğru...

Ama Pravda deyince akla bir gazete gelir. Daha doğrusu bir gazetecilik türü...

Sovyetler Birliği'nde birkaç ünlü gazete vardı: Pravda (komünist partinin gazetesi), Komsomolskaya Pravda (gençlik örgütünün gazetesi), Trud (sendikaların gazetesi), İzvestiya (Sovyet parlamentosunun gazetesi), Krasnaya Zvezda (Kızıl Ordu’nun gazetesi)...

Bu gazeteler halka neredeyse zorla satın aldırılırdı... Sonra da “bilinçli Sovyet ailesinin evine ortalama 5 gazete giriyor” propagandası yapılırdı...

Temel olan elbette Pravda idi. Ötekiler sık sık ondan alıntı yapar, pek çok haber ve açıklama için onu beklerlerdi.

Pravda 12 milyon tirajla çıkardı.

Sonra Sovyetler'le birlikte önce bölündü, ardından yıkıldı gitti (gerçi bir ara komünistler “15 milyon tirajla yeni Pravda çıkarıyoruz” diye bir girişimde bulundular, ama tutmadı)...

*      *      *    

Pravda kelimesi dünyada zaman zaman siyasi-ideolojik bir saldırı aracı ve bir küfür olarak kullanıldı.

Türkiye’de de öyle.

1982’de Cumhuriyet’e “Babıâli’nin Pravdası” diyen Turgut Özal, 28 Kasım 1988’de 500 bin lira manevi tazminat ödemeye mahkûm olmuştu. Aynı anlatım, Ergun Göze'ye de aynı cezaya patlamıştı.

Birkaç yıl önce Türkiye, merhum Pravda’yı hatırlamıştı.

Hatırlarsanız, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 15-20 milyon tirajlı (!) bir gazete yaratma hedefi üzerine konuşmalar yaptığı bir dönem vardı.

O zaman Başbakan’ı eleştiren birkaç gazete yöneticisi, ağız birliği etmişçesine Pravda’yı hatırlatarak cevap vermişti.

Ben de, “Erdoğan, Kasımpaşa Pravdası mı yaratacak?” diye sormuştum.

İktidar hedefine ulaştı mı?

Hem evet, hem hayır. Büyük ölçüde hayır.

Elbette baskı ve sansürle bir dizi gazete ve televizyon “hizaya getirildi”. Birçoğu maddi ve siyasi yöntemlerde iktidara “yandaş” çizgiye çekildi. Bu çabalar bitmişe benzemiyor.

*      *      *    

Araştırmacı gazeteciliğin kendini rahatsız eden kollarını Ergenekon ve Balyoz adlı mayınlı arazilere çekerek prangaya vuran, basın özgürlüğü açısından uçurumun dibine doğru yuvarlanan ülkemize yönelik Avrupa kökenli eleştirileri “Biz bildiğimizi okuruz” diye cevaplayan iktidar, medyada genel bir kuşku ve güvensizlik havası estirmiş durumda.

Bunun son örneği, Milliyet ve Vatan’ın satış açıklamasından bu güne kadar hissedilmekte.

Birinci soru, Doğan Grubu’nun bu gazeteleri satmasında iktidarın baskılarının nasıl bir zorlayıcı rol oynadığıyla ilgili.

İkinci soru ise, satış sırasında iktidarla gizli bir anlaşma yapılıp yapılmadığı, bu gazetelerin yayın politikasının - hızla veya yavaş yavaş - “uysal” bir çizgiye getirilip getirilmeyeceği kuşkusu taşıyor.

Aynı soru, bağrında bir umudu da taşıyor: Acaba Karacan-Demirören ortaklığında Milliyet ve Vatan, zor da olsa bağımsız ve saygın gazetecilik mücadelesi verebilir mi? Medyadaki satılık ve korkak habercilik ve yorumculuk hastalığına karşı tertemiz örnekler yaratabilir mi?

Bu soruların cevabını zaman gösterecek.

*      *      *    

Seçimler sonrasında “medyanın şekillendirilmesi” oyununda yeni ve tatsız planların gündeme sürülmesi ihtimali güçlü.

AKP gerçekten de kendi Pravdası'nı (Pravdalar’ını) yaratabilir mi?

Dokuz yıldır bir türlü istediği başarıyı sağlayamadığı bu konuda, sırtını yeni bir dört yıla dayamanın güvencesiyle “medyada devrim” yapabilir mi?

Devrimi bilemiyoruz, ama daha epeyce kırıp devireceğini öngörmek zor değil.

Ama…

Gerçeklere ve objektif ilkelere dayalı bağımsız gazeteciliği yaralamak mümkün olsa da yok etmek imkânsız.

Medyayı esir almak ve tek merkezden yönetmek de öyle.

Sovyetler'de Pravda'nın sonu ne oldu?

Sovyetler'in sonu ne oldu?

 

***
 
 
Türküz de, doğru muyuz? Yoksa yalancı mıyız?

Duygularımız kabardığında, hele çevremizde bizi dinleyip hayran olacak, saygı duyacak veya korkacak, en azından etkilenecek birileri olduğunu gördüğümüzde, hafızamızın pek de derinlerde sayılmayacak bölümlerinden bir deste eski cümleyi bir kez daha parlatıp güvenle telaffuz etmeye hazırız:

-          Türk’e Türk’ten başka dost yoktur!

-          Bir Türk dünyaya bedeldir!

-          Türkiye dünyanın en güzel ülkesidir!

Kelimeleriniz – özellikle de siz onları yeri geldiğinde ve hakkıyla sarfettiyseniz – mutlaka etki yapacaktır.

Ya destekleyeceklerdir dediklerinizi, ya sesli veya sessiz katılacaklardır sözlerinize, ya da en azından itiraz bile edemeyeceklerdir.

Çünkü kimse sizin Türkiye ve Türkler’i başka ülke ve halkla kıyaslamak için ne gibi bir eğitim aldığınızı ve deneyim birikiminizi sormayacaktır.

Kaç memleket dolaştığınızı, nereleri gezip gördüğünüzü ve ne okuyup ne kadarını anladığınızı sınamayacaktır.

Bu dediklerinizin fazlaca anlam taşımadığını söyleyecek biri de çıkmayacaktır.

Dediğinizin yanlış olduğunu kanıtlamak için bir başka ülke ve halktan örnek vermeye girişen de olmayacaktır.

Çünkü yanınızdaki insanların tümü sizin gibi Türktür ve pohpohlanmaktan hoşlanırlar, en azından kendilerine de bir parça övünme ve saygı payı düşen bir bölüşümde oyunbozanlık etmek istemezler.

Çatlak ses çıkarabilecek tiplerin itiraz etmesi de pek kolay değildir.

Çünkü lafını hemen ağzına tıkabilir, bunu yaparken de kalabalığın desteğini alabilirsiniz.

Tarih, örf, adet, bayrak, cami, ordu, vatan, millet, Sakarya, ne varsa hepsinin sizin arkanızda durduğunu kolaylıkla farz edebilirsiniz.

*      *      *

Güneş bulutların arkasına saklanır, sabah akşama döner, gülümseyen yüzlerde günlük sıkıntılar gezmeye başlar.

Ekmek parasıdır, çoluğun çocuğun derdidir, doğduğumuzdan beri peşimizi bırakmayan adaletsizlikler ve yanlış anlaşılmalardır, moralimiz değişir yine.

Sıkılırız, bozuluruz, sinirleniriz, kızarız, kükreriz.

Olan bitende suçu üzerimize almak pek ağır gelir bize.

Yalnızca başkalarına değil içe yönelik bir serzeniş filizlenirse yüreğimizde, onu uculca dikensiz bir ambalaja yerleştirir, yanımızdaki tıpkı bizim gibi “yumuşak ve kolektif özeleştiri” yapan insanların kolayca anlayıp destekleyebileceği tonda ifadeleri seçmek için hafızamızın pek de derinlerde sayılmayacak bölümlerinden bir deste eski cümle daha çıkarıp parlatarak piyasaya süreriz:

-          Biz adam olmayız!

-          Memleket pislikten kırılıyor!

-          Herkes gider Mersin’e...

Mersin’e olmasa da, örneğin, aya gidenlerden dem vururuz, yıllardır “küçük modeli” olamadığımız Amerika’yı, Avrupa’yı, “onlar bile” diyerek pek beğenmememize karşın o anki düşüncemize kaldıraç ettiğimiz bazı ulusları sahtekârca överiz.

Bağrımıza görüntüsü ve gürültüsü efektli, ama acıtmayan usulca yumruklar atarız.

*      *      *

Çabuk yoruluruz bu “özeleştiri”den.

Güneş bulutların arkasından çıkar, akşam sabah olur, bir bahaneyle sıkıntılı yüzlerimize birer gülümseme yerleştiririz.

Coşkumuzu yanıbaşımızda duran ve bize tıpatıp benzeyen insanlarla paylaşmak için “onların anlayıp destekleyeceği” sözcükler ararız.

Çünkü onlar da bizim gibi Türk’tür. Türk’e Türk’ten başka dost yoktur. Ve bir Türk dünyaya bedeldir...