Yeni kitabı “Doğaya Açılan Pencere” ile okurla buluşan yazar Gürsel, “Bir ressam Türkiye’yi resmetmeye kalksa bir felaket biçiminde resmeder. Özgürlüğün olmadığı yerde yaratıcılık da, resim de, edebiyat da olmaz” dedi.

Türkiye resmedilse bir felaket çıkar
Fotoğraf: BirGün

Sinem Gündem

Nedim Gürsel edebiyat dünyasının en üretken yazarlarından biri. Son kitabında da bir yazarın gözünden 3 izlenimci ressamı anlatıyor yine kedine özgü bir biçimde. “İstedim ki okur bu sanatçıların hem hayatlarının içinde hem de tablolarının içinde dolaşsın” diyor. Gürsel’le yeni kitabı “Doğaya Açılan Pencere”yi, Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu, göçmen sorununu konuştuk.

Son kitabınız “Doğaya Açılan Pencere”. Bu kez Monet, Sisley ve Van Gogh’un peşindesiniz. Neden İzlenimci ressamları konu edindiniz?  

Romanlarımda ve öykülerimde resim bir izlek olarak hep var. Ben başından beri resmi izleyen bir yazarım. Ama bu kitabı yazmamın birkaç nedeni var. En önemlisi şu, sanat tarihinde çok önemli bir dönemeç İzlenimcilik. Ve İzlenimci ressamlar dışlanıyorlar, bu dışlanma olgusu anlaşılamama olgusu dikkatimi çekti. Tabloları şimdi çok değerli, milyon dolarlara satılıyor ama yoksulluk içinde yaşamışlar en azından ele aldığım üç ressam özelinde. Dışlanmanın dışında Klasisizme karşı ve resmin doğayı taklit değil, bir yeniden yaratış olduğunu öne süren sanatçılar. Monet akıma adını veren ressam Le Havre’da gündoğumu tablosu “İzlenim” adını taşıyor. 1873 yılında bir apartmandan gördüğü gibi değil, algıladığı gibi tasvir ediyor Le Havre limanını. Sisley sadece bir manzara ressamı, Van Gogh ise belki İzlenimci ama Post Empresyonist de diyebiliriz. Kendi üslubunu yaratmış çok önemli bir sanatçı. Varoluşunu sanatına adamış biri, dehayla delilik arasında gidip gelen bir yapısı var. Bu kitabın, Doğaya Açılan Pencere’nin kanımca özgün yönü şu; bu üç ressamın coğrafyalarını keşfettim, tablolarını yaptıkları mekanlara gittim bizzat. Le Havre kentine gittim, Monet’nin izini sürerken Etratat diye bir kasaba var okyanus kıyısında falezlerin olduğu çok ünlü bir kasaba oraya gittim, Giverny’deki evine gittim. Sisley, Paris’in güney banliyösünde Moret kasabasında yıllarca çalışmış. Van Gogh’un da son 70 günü Paris’in kuzey banliyösünde Auvers-sur-Oise’da geçiyor. Her gün bir tablo yapıyor. Tam 70 tablo yapıyor intihar etmeden önce.  

Yazarken en çok hangisinin hikâyesinden daha çok etkilendiniz?  

Van Gogh beni çok etkilemiş bir ressamdır. “Buğday Tarlasında Ölüm” diye bir öykü de yazmıştım yıllar önce. Son tablosu biliyorsun, intihar etmeden önce buğday tarlasında başaklara inen kargaları resmediyor. Ama Van Gogh’un Auvers’daki günlerini de anlattım.  Saint-Remy’de tımarhaneye kapatılıyor. Tımarhanede bile resim yapmayı sürdürüyor. Onun için bir varoluş biçimi resim. Bu biyografik öğelerle tablolarındaki dünyayı harmanladım, istedim ki okur bu sanatçıların hem hayatlarının içinde hem de tablolarının içinde dolaşsın. Bir çeşit yolculuğa çağrı bu kitap. Çünkü resim doğayı taklit etmez. Bunu ilk kez İzlenimciler kendi yapıtlarında uyguluyorlar.  

Ve resim sanatında bir eşik oluyorlar değil mi?  

Bugün tabii resim tarihinin ayrılmaz bir parçası bu akım ama 19. yüzyılın sonlarında anlaşılamamış bu sanatçılar ve yoksulluk içinde geçiyor ömürleri. Monet daha uzun süre yaşadığı için hayatının sonuna doğru yolunu buluyor ama bu kez de kör oluyor. Çok hazin bir şey, bir ressam için özellikle hazin bir durum ama yine de el yordamıyla boyaları kararak çalışmayı sürdürüyor. İzlenimcilik eğer ışığın doğa ve nesneler üzerindeki anlık etkilerinden kaynaklanıyorsa ve İzlenimci ressam ışığı kendine göre algılayıp doğayı taklit etmektense kendisi yeniden bir gerçekliği yaratıyorsa bu bizi düşündürmeli sanat yapıtı üzerine. Burada temel bir sorunsal var. Ben kitabımda bu temel sorunsaldan yola çıkarak bu üç izlenimci ressamın izini sürdüm.  

Neyle karşılaştınız? 

Çok şey öğrendim, örneğin Sisley; gökyüzü çok önemli onun yapıtlarında. Önce gökyüzünü çizerek başlıyor yapıtlarına o olmayınca başka bir şey koyamıyor. Ve İzlenimci tarzından hiç ödün vermeden yaşıyor. Tablonun mekânı ile coğrafya arasındaki git gelin oluşturduğu bir anlatı bu ve bir yazarın o tablolara bakışı. Ben bir sanat tarihçisi ya da eleştirmeni değilim, yazarım ama resimden etkilendiğim için bu sanatçıların dünyalarından da etkilendim.  

Okurken bu ressamların acısını da hissedebilmişsiniz hissi geçti bana, özellikle Van Gogh’un acısı… 

Özellikle Van Gogh için doğru bu söylediğin. Tutunamayan bir sanatçı, “looser” ve “rate” olarak görülüyor. Halbuki büyük bir dahi. Sonradan anlaşılıyor değeri. Kadınlarla birliktelik kuramıyor, fahişelerle düşüp kalkıyor. Onun getirdiği bir yalnızlık duygusu var, kardeşinin ekonomik desteği ile ayakta duruyor, onun getirdiği bir aşağılık duygusu var. Bütün bunlar onu intihar etmeye zorluyor. Van Gogh’un özellikle kendi oto portrelerini yapmasının nedeni de model bulmakta güçlük çekmesi, modellere verecek parası yok. Onun için çok fazla oto portresi var. Onlardan biri de Dr. Gachet. Ona sahip çıkar gibi görünen ama içten içe kıskanan “rate” bir ressam aynı zamanda. İntihar ettikten sonra 48 saat can çekişiyor. Ben o can çekiştiği yere gittim, pansiyona. Dr. Gachet geliyor başucuna ve müdahale etmiyor. Karnına sıkıyor kurşunu, müdahale etseydi belki Van Gogh yaşayacaktı.  

Neden müdahale etmedi sizce?  

Belki de Dr. Gachet’in kızıyla ilişkisi vardı da onu mu hazmedemiyordu bir baba olarak bilmiyorum. Çünkü bir animasyon filmi yapıldı o filmin iddiası Van Gogh’un intihar etmediği, bir cinayete kurban gittiği yolunda. Sanat tarihçilerinin çok fazla inandırıcı bulmadıkları bir iddia. İntihar ettiği tabanca bulundu, 185 bin dolara satıldı, paslanmış iskeleti çıkmış bir tabanca. Biraz fetişizm de var bu sanat olayında. 

İntihar etmesi daha çekici, sefalet içinde bir hayat yaşıyor, kulağını kesiyor...  

Arles’e yerleştiğinde istiyor ki ressamlar oraya gelsinler aralarında bir dayanışma olsun ve bu amaçla Gauguin’i davet ediyor. Birkaç gün sonra bir kavga çıkıyor, Van Gogh’tan çıkıyor bu kavga sanırım, geçimsiz biri çünkü. Bunun üzerine bir çeşit öz yıkım girişiminde bulunuyor.  Aslında kendini yıkmak için kulağını kesmeğe kalkışıyor. Sonra da bildiğimiz o ünlü oto portreyi yapıyor. Kulağını da bu -bir efsane de olabilir- oradaki fahişelerden birine hediye ediyor. Çok dengeli olduğu söylenemez. Ama resim tarihini değiştiren bir sanatçı.  

Kendi içinde kopan fırtınayı yansıtıyor tuvale. Çizdikleri Van Gogh’un doğayı taklidi değil, kendi içindeki fırtınayı dışa vuruşu.  

En çok Van Gogh’tan etkilenmişsiniz ama en uzun Monet’yi yazmışsınız… 

Monet çok önemli İzlenimcilik akımı içerisinde çok özel bir yere sahip zaten akıma adını veren bir sanatçı. Onun da bir evrimi var. Sanırım “Nilüferler”le, o ünlü büyük ebatlı tablosuyla birlikte bir soyut resim süreci başlatıyor. Bence soyut resmin ilk örneği “Nilüferler”dir orada figür yok doğa var. 32 yaşında ilk karısını kaybediyor. Hatta ölüm döşeğinde onun portresini yapmaya çalışıyor. 

Biraz çılgınca değil mi?  

Evet, işte bu saplantı. Bu üç sanatçının da varoluşu sadece sanatlarına yönelik. Onun için her şeyi göze alıyorlar sonra biraz pişman oluyor ölüm döşeğinde karısının resmini yaptığı için.  

En üretken yazarlardan birisiniz, sırada ne var?  

Yaş aldıkça verim de arttı. Çünkü çok fazla zamanım olmadığını düşünüyorum ve yazmak istediğim şeyler var hala. Paris’le olan ilişkimi, Paris serüvenimi, Paris’in gizli saklı güzelliklerini anlatan bir kitap yazıyorum orada resim de var.  

İzlenimcilikten yola çıkarak Bugünkü Türkiye’yi bugünkü Türkiye’nin siyasal durumunu nasıl resmederlerdi ya da siz nasıl resmedersiniz?  

Doğaya Açılan Pencere’de Sisley’in ünlü bir tablosu var, “Sel Baskını”.  Doğal bir felaketi resmediyor Sisley. Bence bir ressam Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi durumu resmetmeye kalksa bir felaket biçiminde resmeder diye düşünüyorum. Bu doğal bir felaket biçimi olabilir, bir yıkım görüntüsü olabilir ya da tehlikeyi işaret eden bir unsur tabloda yer alabilir. Üzülüyorum çünkü gidişatı doğru bulmuyorum, özellikle düşünce ve ifade özgürlüğü alanında bir arpa boyu yol alamadı ülkemiz ne yazık ki. Özgürlüğün olmadığı yerde yaratıcılık da olmaz, resim de olmaz, edebiyat da olmaz. 4 kitabım nedeniyle yargıç karşısına çıkmış bir yazar olarak bunu özellikle belirtmek istiyorum. Ben hakkımda açılan davalardan beraat etim. Ne yazık ki beraat etmeyen, sadece kitap yazdığı için hapiste olan yazarlar, gazeteciler var. Onların bir an önce özgürlüklerine kavuşmalarını diliyorum başka bir şey demek gelmiyor elimden. Türkiye’nin bir parça daha demokrasiden yana olmasını özlüyorum. Çünkü gerçekten geriledik bu alanda.  

Ekonomik krizi hissediyor musunuz? 

Fransızların şikâyeti Türklerle karşılaştırıldığında hiçbir şey demek değil çünkü orada enflasyon yüzde 6… Türkiye’nin imajı olumlu değil ama biz kendimizi çok olumlu bir yerde görme eğilimdeyiz, yöneticilerimiz yani. “Türkiye Yüzyılı” diyorlar ama o biraz kendimizi dev aynasında gördüğümüzün işareti.  

Fransa’daki göçmenlerin ayaklanması ile ilgili ne düşünüyorsunuz? 

Çok önemli bir sorun göçmen sorunu Fransa göç kabul eden bir ülke, sadece şimdi değil geçmişinde de var göç olgusu. Hatta “Fransa’yı Fransa yapan göçmenlerdir” diye bir görüş var. Fransa sadece Akdeniz’de ölümü göze alanların göçü kabul etmiyor yazarların sanatçıların göçünü de kabul ediyor, onları da benimsiyor ama ekonomik koşullar eskisi kadar konuksever olmaktan çıkardı ülkeyi. Öldürülen delikanlı Cezayir kökenliydi ve polis çok yanlış davrandı. Onun üzerine bir ayaklanma oldu. Şiddet hareketine dönüştü gösteriler. Ama birdenbire parladığı gibi de az süre sonra sönüverdi, tam da ne olduğunu anlayamadık açıkçası.  
 

Türkiye’de de bir göçmen sorunu var, ileride ne olur sizce?  

Ben açıkça Suriyeliler üzerine geliştirilen söylemi ırkçı buluyorum. Bunu sol kesime de yakıştırmıyorum. Seçim kampanyası sırasında Kılıçdaroğlu’nun bu olguyu böylesine kullanması… Tamam her ülkenin bir göçmen problemi var. Türkiye’nin de olabilir ama buraya sığınmış insanları bir an önce gönderelim, bir an önce gitsinler bize yer kalmadı bizim ülkemizde onların ne işi var söylemi ırkçı bir söylem ve katılmıyorum bu görüşe.