Faşizm, ırkçılık, cinsiyetçilik ve genel olarak zulüm, evrensel aptallığın ürünleridir. Bu cümle bilgimiz dahilindedir. Ama ‘Tutarsızlıklar’ kitabının yazarı Marcus Steinweg’in “insan uzun zamandır apolitikleşmiştir,” diye başlayan cümlesini, yazarın; Fransa’daki gettolarda yaşayan göçmenlerin ayaklanmasını, Türkiye’deki Gezi Direnişi’ni, bugünlerde Şili’deki halk direnişini ve daha başka isyanları görerek/bilerek yazdığından kuşku yok.

“İnsan kendisini politik sayar ama doğru olandan medet umarak epeydir apolitikleşmiştir. Yerleşik anlatının olumlanmasını eleştirellik basmakalıbıyla (eleştirel sorgulama veya soruşturma) özdeşleştirir, ama (özeleştiriyi akla getirecek) eleştirinin eleştirisini göz önünde bulundurmayarak kendisini eleştirel düşünce (kısaca düşünce) olanağından mahrum bırakır. Eleştirinin sınırlarını tahlil etmek yerine bildik kalıbı tekrarlar; zira amacı, yerleşik değerler, kanaatler ve aşikârlık panoramasında olabildiğince avantajlı bir koltuğa yerleşmektir.” (Tutarsızlıklar, Marcus Steinweg, İthaki Yayınları)

Barışı savunmak kadar doğal olabilecek bir düşünce özgürlüğünün bile yasak olduğu sistemde, düşünceyi uzlaştırmak ve zararsızlığa sığınmak kadar acı bir şey olmasa gerek.

Bir kere ‘Düşünce’ uzlaşmacı olamaz ya da ‘Uzlaşı’ düşüncenin başlangıcı olamaz. Düşündüklerimizi söylemeyeceğiz, böylece zararsız olacağız. Zararsızlık da öyle, sanki bu çağın buyruğu gibi.

“Zararsızlık, asimilasyon fırsatçılığıyla ilintilidir. Bugün siyaseten (veya sanatsal ve felsefi açıdan) zararsız olmak, kişinin kendini siyaseten nötrleştirmesi veya aşırı siyasileşmesi yoluyla siyasetten uzaklaştırması anlamına gelir.”

“Zararsızlık, korkağın aşırılıkçılığıdır. (…) Zararsızlar kendi asimilasyonlarını gerçeklik diye satar.” (Marcus Steinweg)

Eğer Varoluş Heidegger’in dediği gibi verili bir şey değilse ve insanların ulaşabileceği bir şeyse düşünmeyi yalnızca istemek değil, arzulamak gerekir.

“(…) Belki de düşünme, her şeyden önce, arzulamak demektir. Ben aynı zamanda, arzulamanın insanın kendini bir şeye yönlendirmesi, bir şeyin sizi bir gerilim durumuna itmesine olanak tanımanız anlamına geldiğini de söylerim.” (Jean-Luc Nancy)

İnsanların insanlığı ancak toplumsal, siyasal ve kültürel figürler olarak varlığını sürdürür.

Sanat ve felsefe, öznenin kendini kendi dışına doğru genişletmesi ve böylece bir uç ve doruğa ulaşmasıdır. Böylelikle kendi yetersizliğiyle ve çaresizliğiyle temasta olacaktır.

“Deneyim: Öznenin istikrarını bozar ve onu kendi gerçekliğinden çekip çıkarır. Hakikati aşikârlığında değil tutarsızlıklarında yatan, hakikati kendi olumsallığının dipsiz uçurumuna uzanan yarılmış bir varlık olmaya tekabül eden bir özneyi ancak deneyim yaratabilir.”

Çünkü ‘deneyim’, insanın değişmiş olarak çıktığı yerdir.

Minima Moralia’da Adorno şöyle der; “Bugün sanatın görevi düzene kaos getirmektir.”

“Çabalamanın beyhudeliği hissi ve mücadele etmenin zorunluluğu hissini dengede tutmak”. Sanat pratiğinin tanımı işte bu olabilir.

Kapitalizm verili tercihler üretir. Tercihte bulunduğumuzda aslında karar vermiş olmuyoruz; onlar arasında bir tercihte bulunmak kapitalizmin özgürlük diye geçiştirdiği şeydir. Oysa ‘karar vermek’ verili seçenekler arasından tercihte bulunmamak, imkânsızı seçmek demektir ki bu, tercih sistemini sorgulamak anlamına gelir.

“Bugün özne bir tercihler tüketicisine indirgenmiştir. Verili alternatifler arasından tercihte bulunarak gündelik gerçekliğini müzakere eder. Karar, işte bu gerçekliğe karşı çıkar. (…) eleştirel açıklık sayesinde, müesses nizama kafa tutar. Özne her tercihle birlikte verili dünya düzenini bir istikrara sokarken, karar vermek o düzene düzensizlik sokmak anlamına gelir.”

“Yasaklanmış bir şeyi yapan çocuklar ihlalkâr değildir.”

cukurda-defineci-avi-540867-1.