‘Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin’ oyununda İstanbul’un elli yılda geçirdiği değişim üç kuşak kadının hikâyesiyle sahneye taşınıyor. Mahmutyazıcıoğlu, “Toplumsal baskılar altında ezilenleri sahneledim” diyor.

Üç kuşak kadın ve İstanbul başrolde

Eda Köprü YILMAYAN

2017 yılında Afife Jale Ödülleri’nde Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin oyunuyla ‘yılın yerli oyun yazarı’ seçilen Murat Mahmutyazıcıoğlu İstanbul’un elli yılda geçirdiği değişimi, yok oluşu üç nesil üzerinden anlatıyor. Bu üç kadın birbirlerine söyleyemedikleri, hep sustukları iç seslerini seyirciye döküyor. Sahnede Esin Umulu, Şebnem Köstem ve Yeliz Şatıroğlu’nu izliyoruz ama hikâyenin içinde bir başrol daha var. O da İstanbul. Oyunun sahne tasarımı Almila Altunsoy’a, kostüm tasarımı Aysel Doğan’a ait. Işıkta ise Murat Özdemir var. Oyunun yazarı aynı zamanda yönetmeni olan Murat Mahmutyazıcıoğlu ile ‘Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin’ oyununu konuştuk.

Bu sezon Toz ve Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin gibi kadınların hikâyelerinin anlatıldığı oyunlarla tiyatro izleyicisiyle buluşuyorsunuz. ‘Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin’ oyununda üç kuşak kadının yaşadıkları sahnede. Neden kadın hikâyeleri?
İlk oyunum Fü’yü 2012 yılında yazmıştım. Orada iki yaşlı kadının hikâyesi vardı. Bir kadın hikâyesi yazayım diye başlamamıştım. Sadece o insanları konuşturmak, onları sahnede görmek gibi bir derdim vardı. Belki ailemde gözlemlediğim, anlatılmayan hikâyeler, çocukken fark ettiğim tiyatro yapmaya başlayınca anladığım şeyler… Erkek hikâyeleri de yazdım ama sahnede güçlü kadın hikâyelerinde eksiklik vardı. İzleyici olarak da güçlü kadınları görmek daha fazla anlatmak istedim. Bu bir hikâye tercihi değil. Toplumsal baskılar altında hepimizin annesi, anneannesi, arkadaşı, kız arkadaşı bütün bu baskılardan ve erozyondan etkileniyor. Onları sahnede görmek istedim ve yazdım.

Bir erkeğin kadını anlatması daha da anlamlı. Kadınların toplumsal yaşamdaki sorunlarını bilip bu kadar içinden yazmanız da ilginç aslında. Bunu nasıl başardınız?
Oyunda parça parça annemin, anneannemin hikâyelerinden esinlenmeler var. Onların yıllardır söyleyemediklerini sahnede hiç tanımadığım insanlarla ortak bir duygu bulup tiyatro izleği çıkarma isteği belki de…

Metinde oyuncuların her birinin söylemek istediği şeyler var. Anne kızına, anneanne torununa söyleyemiyor, susuyor. Neden?
Bu aslında hepimizin problemi. Sesimizi çıkarttığımızda başımıza neler gelebileceğini biliyoruz. O yüzden bir çoğumuz susmayı tercih ediyoruz ya da daha cesurlar hiç susmamayı tercih ediyor. Kadınlık durumu özelinde ise aile içi şiddet, kadınların susturulduğu hatta erkeklerin onların adına konuştuğu bir sistem söz konusu. Diyemediklerimiz sadece toplumsal konularda değil, mesela anne kızına bağırmak istiyor “diyemedim ama tabi” diyor tam olarak yaşayamıyor her şeyi. Bunu dedirtip bir yandan da “Sustum, diyemedim” deyip bir şey dedirtmiyorum. İronik bir durum, seyirciye bırakıyorum.

İSTANBUL DEĞİŞİYOR BASKI DEĞİŞMİYOR

Bu oyunu yazarken temel meseleniz neydi?

Çıkış noktam İstanbul’un 50 yıllık hikâyesini anlatmaktı ama bunu kadınlar üzerinden anlatmak istiyordum. İstanbul büyüyecek, gelişecek, dev şehir olacak ama biz altında ezileceğiz. Bunu üç kuşak üzerinden anlatmak istedim. İstanbul devleşiyor ama onun içinde bir şey değişmiyor. Baskı aynı baskı, muhafazakarlık aynı, kadın erkek ilişkileri aynı. Biraz bu amaçla yola çıktık fakat sonra oyun provadayken anneler kızlarına benziyor ortak kader gibi okumalar oldu. Öyle de okunabilir ama yola çıkışım; İstanbul ve aile üzerinden bunu anlatmaktı.

uc-kusak-kadin-ve-istanbul-basrolde-960346-1.
Murat Mahmutyazıcıoğlu

Sahnede üç oyuncuyu seyrediyoruz ama aslında İstanbul da başrolde…
Sadece on yıllık bir zaman diliminde vakit geçirdiğimiz kafeler, sevdiğimiz kitapçılar, oturduğumuz ev her şey değişiyor, yıkılıyor, elimizin altında kayıyor. Oyunda da bu değişikliği görüyoruz. On yıl önce belki her şeye tepki gösteriyorduk. Ama şimdi her şey değişebilir inancındayız. Şu an sadece sağlıklı bir şekilde yaşamaya bakıyoruz. Örneğin bir yeri çok seviyorum ama ismini ezberlemiyorum. Mekânlarla aidiyet kurmamaya başladım. Bu bence hepimizde böyle. Bunu son 20 yıldır yaşıyoruz.

Son dönemde anlatımın öne çıktığını görüyoruz. Toz oyununda da bu vardı. Oyuncu belirli bir alanda hatta oturduğu sandalyesinden kalkmadan bizi farklı yıllara götürebiliyor. Oyunun sahneleniş biçimine nasıl karar verdiniz?
2016 yılında kendi ekibimle Bam İstanbul’la oyunu sahneledik. İlk önce sahnede kimse oturmuyordu. Bu meddah kültürüne de gönderme yapılan, geleneksel tiyatronun özüne dair bir süreçti. Sonuçta oyuncuların kendilerinin hayal kurmasını, çok fazla ışık oyunu, hareket olmadan bunu sahnelemeyi denedik ve seyircide karşılığını buldu. Bunu görünce diğer oyunlarımda da bu denedim. Oyuncu oturduğu zaman etkisinin daha büyük olacağını hissettim. Toz ekibi de oyunu bu şekilde sahnelemeyi tercih etti. Seyirciyle hiyerarşik bir ilişkinin olmadığı bir düzen. Oyuncu için de zor bir şey. Bir sürü karakter var, duygudan duyguya geçiyor.