Dünya sisteminin bugünkü önderlik ve siyasal örgütlenme sorunu bir hegemon güç düşerken, yenisinin onun yerini alması yalınlığında yaşanmıyor. ABD’nin ya da bir başka tek bir devletin hegemonyası, dünya kapitalist sisteminin bugünkü gereksinmelerine yanıt verecek bir model olmaktan çıkmıştır

Üçüncü dünya savaşı başladı mı?

HALUK YURTSEVER haluk.yurtsever@gmail.com

Papa Francisco’nun, dünyada sürmekte olan çatışmaların, Üçüncü Dünya Savaşı’nın ilk aşamaları olabileceğini söylediği bir zamanda, KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık da, “Ortadoğu’da Üçüncü Dünya Savaşı yaşanıyor” dedi. Dünya savaşı ya da “küresel savaş” başka kişi ve çevrelerce de dillendiriliyor.
Bu dillendirmeler bir yana, bugün dünyanın çeşitli yerlerinde sürmekte olan çatışmaların temel karakteristik çizgileri, “bu nasıl bir savaş?”, “Ortadoğu’daki savaş büyük bir savaşın, bir dünya savaşının habercisi mi?” sorularını tartışmaya değer kılıyor.

Henüz, büyük emperyalist güçlerin doğrudan karşı karşıya geldiği bir dünya savaşının içinde ve eşiğinde değiliz. Başta Ortadoğu, dünyanın birçok yerindeki savaşlar, ilk bakışta “herkesin herkese” karşı savaşı gibi görünüyor. Gerçekte ise, savaşan güçlerin arkasında başta ABD, İngiltere, Almanya, Rusya ve Çin olmak üzere, büyük emperyalist devletler, onların çevresindeki yeni öbekleşmeler var.
Emperyalistler, dünyayı yeniden paylaşmak, yeni dünya düzeninin egemeni olmak için mücadele ediyor, bu amaç için doğrudan olmasa da savaşıyor ve savaştırıyorlar. Bu anlamda bir dünya savaşının sürmekte olduğu açık. Bunda ve bunu söylemekte de herhangi bir yenilik yok.


Sistemik kaos
Kapitalizmin bu defaki krizinin ve dünyanın çeşitli yerlerindeki çatışmaların özellikleri ise daha önceki iki büyük savaştan farklı, “yeni” bir durumla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
Dünyamız sistemik bir kaos döneminden geçiyor. “Kaos”, bir düzene girmeden önceki ortamdır: Biçimden, düzenden yoksun, uyumsuz, karmaşık, anarşik bir “geçiş” durumu. “Sistemik kaos” terimi, kapitalizmdeki her yeni birikim/genişleme evresinde ortaya çıkan düzensizliği, boşluğu, eskisi gibi yönetilmezliği, kendi amaçları için mücadele eden güçlerin çoklu ve farklı yönlerdeki hareketini resmetmek için kullanılıyor ve bence bugünkü durumu mükemmel biçimde anlatıyor.

Bugünkü dünya durumunu daha somut olarak şöyle özetleyebiliriz: Yaklaşmakta olan ekolojik felaket; sınıflar arasında bugüne dek görülmemiş ölçekte mülkiyet ve gelir dağılımı uçurumu; derinleşen ekonomik toplumsal kriz; krizden çıkış için yeniden ilkel birikim yöntemlerine yöneliş; dağılan, kurumları işlevsizleşen, hukuku işlemeyen uluslararası düzen ve çözülmekte olan ABD hegemonyası…
Ekolojik felaket ve ekonomik toplumsal kriz bu yazının konusu değil. Ama konumuz olan savaş durumunun en önemli tetikleyicisi kapitalizmin krizi. Çünkü kâr oranlarının düşme eğilimine ve sermayenin değersizleşmesine karşı sistemin bulduğu en iyi panzehir, en toptancı çözüm “yaratıcı yıkım”ın en sonuç alıcı biçimi olan savaş.

Son kriz, kapitalizmin tarihsel sınırlarını görünür kılmıştır. Burjuva ideologlar, bu durumu ve sistemik kaosu “kapitalizmin yeni normali” diye sunmaya çalışıyorlar. Çaresizler. Bir şeyin adını değiştirmekle kendisinin de değişeceğini düşünüyor olmalılar. Oysa, kar oranlarının düşme eğiliminin sürekli bir karakter kazanması ve pazarı büyütme olanaklarının daralması sermayenin dayandığı iki en gerçek sınırdır.
Bugünkü savaş durumunun iki temel itici gücünü bir cümlede yazabiliriz: Kaynak ve pazar paylaşımı ile sınırlarına dayanan sermayenin “yaratıcı yıkım” gereksinmesi.


Emperyalizm var, emperyalizm var
On dokuzuncu yüzyılın ulus-devlet dalgası, “ulusal pazar”ın inşasına, iç siyasal yapının güçlendirilmesine öncelik veriyordu. Ulusal sermayeler, ulusçuluk ve ırkçılık aşısıyla kendilerini emperyalist yayılmanın gereklerine uygun aktörler durumuna getirdiler. Böylece, ulus ve ulus-devlet temelli emperyalizmler ortaya çıktı: İngiliz, Fransız, Hollanda, Alman, Amerikan, İtalyan vb. emperyalizmleri. Emperyalistler arası rekabet ve çatışma iki büyük dünya savaşına yol açtı.

Şimdi ulus-devlet emperyalistlerinin kurduğu uluslararası düzen çetin bir çelişkiyle yüz yüzedir: Kapitalist üretim, sermayenin hareketi, artık-değer sömürüsü dünya ölçeğinde gerçekleşiyor; devletler ise esas olarak hâlâ ülke ölçekli. Bu çelişki, 2000’li yılların başında çokça öne sürüldüğü gibi, bir dünya devleti, ya da onun ilk adımı olabilecek “ABD İmparatorluğu” yoluyla çözülemedi. Bulunan “tersinden çözüm” bugün en somut biçimiyle Ortadoğu’da uygulanandır: Var olan ülke devletleri bölüp parçalayarak, parçalanmış güçleri birbiriyle çarpıştırarak duruma hâkim olmak! İslam dünyasında yönetim boşluğunun, cihatçı çeteleşmenin hüküm sürdüğü coğrafya giderek genişliyor: Libya, Yemen, Filistin, Lübnan, Suriye, Irak, Afganistan, Pakistan, Nijerya, Mali, Sudan ve Somali.

Bugün, Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de kendi ülke toprakları üzerinde gerçekten egemen, silah/şiddet tekelini koruyabilen devlet örgütlenmesi kalmadı. Afrika’da aynı sürecin etki alanına girmiş, yarının IŞİD’i olacak Boko Haram, El Şebab, Kuzey Afrika ve Magrip El Kaidesi vb. militan sayısı on binlerle ifade edilen gruplar adlarını duyurmaya başlamıştır.
Ukrayna’da, genel bir savaşa dönüşme olasılığı taşıyan bir iç savaş yaşanıyor. NATO, Rusya’ya daha hızlı cevap verecek biçimde yeniden yapılanmaya çalışıyor. Uzakdoğu’da Çin, askeri yapısını, teknolojisini modernleştiriyor. Japonya ile Çin arasındaki ilişkiler bozuluyor. Pakistan, dağılma-askeri darbe ikilemine doğru yol alıyor.
Bu sürecin altında yatan siyasal nedenlerin başında ise, en büyük emperyalist güç olan ABD’nin gerilemesi, hegemonyasının çözülmekte olması ve bunun yarattığı siyasal boşluk geliyor.


ABD’nin düşüşü
ABD hâlâ dünyanın en büyük ekonomisi. Ama belirgin biçimde güçten düşüyor. 1920’lerde tek başına dünya sanayi üretiminin neredeyse yarısını gerçekleştiriyordu. Şimdi bu oran kabaca dörtte bire gerilemiş, dünyanın üretim merkezi Batı’dan Doğu’ya, esas olarak da Çin’e kaymış durumda. ABD giderek daha az üretiyor, ama daha çok tüketiyor. Daha çok üretmeden daha çok tüketmenin bir tek yolu var: Dışarıdan kaynak aktarmak! Dünya patronluğu, bunun sonucu olan doların dünya parası olarak devamı, ABD’ye bir tür senyoraj hakkı veriyor. Ekonomik gücü zayıflayan bir gücün “patron” konumunu koruması ise zor.

Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle birlikte emperyalist-kapitalist kampı ABD önderliğinde bir arada tutan ortak düşman yok olmuş, anti-komünizmin ideolojik çimento işlevi sona ermiş, 2008 kriziyle birlikte “Amerikan hayat tarzı”nın sırları da dökülmeye başlamıştır. ABD bugün, insanlık için ileri herhangi bir düşünceyi, dünyayı, tahayyülü temsil etmediği gibi, öyle de görünemiyor.
ABD’nin teknoloji yoğun askeri gücü şimdilik rakipsiz durumda. Askeri uzmanlar, ABD’nin deniz ve hava kuvvetleri bakımından üstünlüğünün tartışılmaz olduğunu, ancak kara kuvvetlerinin görece zayıf ve güçlendirilmesinin zor olduğunu öne sürüyorlar. Amerikan yurttaşlarının savaşa asker göndermeye karşı gösterdikleri direnç ABD savaş gücünün önemli bir handikabıdır. Bu kadar açık olmamıştı. ABD için hizmet ya da özveri, hele de askerlik birçok Amerikalı için anlamsız geliyor. ABD askeri gücünün bu anlamdaki “insan” unsurun zaafı yabana atılmamalıdır.


Boşluk ya da hegemonyanın değişen içeriği
ABD’nin düşüşü dünya çapında bir hegemonya, önderlik, denetim boşluğu yaratıyor. Sistemin kendisini kısa zamanda onaramayacağı bir çöküş yaşaması, ya da bir toplumsal devrimle kapitalizmin yıkılması dışındaki olasılık, kapitalizmin eski ilke, norm, ilişki ve yöntemleriyle kalınan yerden yola devam etmesi değildir. Egemen sınıf eskisi gibi yönetemiyor. Olağan bir durum değil.
“Yeni Dünya Düzeni” için kafa patlatan Henry Kissinger’in şu sözleri ilginç değil mi?: “Eğer düzen, mutabakatla sağlanamaz ya da bir güç tarafından dayatılamazsa, kaostan ancak büyük felaketlerle ve insanlık dışı bedeller ödenerek çıkılacaktır.” (Henry Kissinger, “The World in Flames”, The Sunday Times, 31 Ağustos 2014.) Ekliyor: “Devletler bütünsellikleri içinde yönetilmedikleri zaman uluslararası ya da bölgesel düzen dağılmaya başlar. Haritada yasasızlığın egemen olduğu boş alanlar oluşur. Bir devletin çöküşü, o ülkeyi terörizmin, silah ikmalinin, komşularını tehdit eden dini propagandanın bir üssüne çevirir.” (Aynı yazı.)

Daha önemlisi, dünya sisteminin bugünkü önderlik ve siyasal örgütlenme sorunu bir hegemon güç düşerken, yenisinin onun yerini alması yalınlığında yaşanmıyor. ABD’nin ya da bir başka tek bir devletin hegemonyası, dünya kapitalist sisteminin bugünkü gereksinmelerine yanıt verecek bir model olmaktan çıkmıştır. Dünya sisteminin nesnel isteği, bugün yalnız mevcut ülke-devletlerarası ilişkiyi değil, bu ilişkinin bir ürünü olan “hegemon” devlet kavramını da aşan siyasal biçimler, örgütlenmeler istiyor. Bunların ne olduğunu, nasıl oluşacağını ise şimdilik hiç kimse bilmiyor. İşte “kaos” budur.
ABD’nin savaşmadan geri çekilmesi düşünülemez. ABD hegemonyasının çatışmasız, savaşsız bir biçimde masa başında yenilenmesi, ya da sona ermesi birden çok nedenle olanaksızdır.


Kontrolden çıkmış dünya
Ara sonuç, “kontrolden çıkmış bir dünya”dır.
Kontrolden çıkmış dünyanın tipik özelliklerinden biri, “devlet dışı” irili ufaklı güçlerin silahlanması ve savaşmasıdır.
Yeni savaş durumunu açıklamak için, ilginç kavramlara başvuruluyor. Başkalarını vekil atayarak yürütülen savaşlar için eskiden beri “proxy” savaşları terimi kullanılıyor. Buna bizde “taşeronlar eliyle yürütülen savaş” deniyor.

Bir de “hibrid savaş” var. Yıldızoğlu, “hibrid savaş”ı şöyle tanımlıyor: “Yerel nüfus içinden bir kesimin, örgütlenmesi, silahlandırılması, harekete geçirilmesi, profesyonel, askeri- istihbarat uzmanlarının bu nüfusun içine gizlice sokulması, varlıklarının ısrarla inkâr edilmesi, bu inkârı destekleyen güçlü, yaygın bir enformasyon, dezenformasyon, propaganda kampanyası yürütülmesi, bir aşamada askeri personelin, mekanize birliklerin, kimliklerini gösteren işaretler olmaksızın savaş alanına sürülmesi, aynı anda ekonomik, sibernetik saldırıların düzenlenmesi gibi yöntemlerin hepsinin birden belli bir program kapsamında, eşgüdümlü olarak kullanılması.” (Ergin Yıldızoğlu, ‘Eski Düzen’in Krizi ve Yeni Model Savaşlar, Cumhuriyet, 8 Eylül 2014 )
Afganistan, Irak, Libya savaşları, ABD’nin rakipsiz askeri vurucu gücünü gösterdi. Ama aynı zamanda, ABD’nin müdahale ettiği coğrafyalarda yeni düzen kurma kapasitesine sahip olmadığı ortaya çıktı.

Suriye, Ukrayna/Kırım örnekleri, ABD’nin hepsini tam olarak bilemeyeceğimiz nedenlerle Rusya ve Çin’le doğrudan karşı karşıya gelmeyi göze alamadığını gösterdi.
ABD, son yıllarda askeri güçlerini ve dikkatini Pasifik ve Afrika’ya yoğunlaştırarak Çin’i durdurmaya, kuşatmaya yönelik bir askeri ve ekonomik strateji benimsemişti. Ortadoğu’da ise, Suriye, Lübnan ve Filistin’deki desteklerini kırarak, İran rejimini yıkmayı, olmazsa etkisizleştirmeyi hedefliyordu. Böylece, hem yeni ve eski taşeronları eliyle petrol kaynaklarını, enerji yollarını kontrol edecek, hem de buradaki güçlerini kendisi için daha stratejik alanlara kaydıracaktı. Evdeki hesap çarşıya uymadı. ABD, Suriye’deki “iç savaş” biçiminde yürüyen Ortadoğu savaşında tıkandı.
IŞİD’in sahne alması dahil, son gelişmeleri bu tıkanıklığı aşmak üzere, savaşın genişletilmesi, uygulamayan eski planların revizyonu ve yeni bir siyasal-askeri güç kümelenmesi hedefleri üzerinden değerlendirmek gerekiyor.
Ortadoğu’daki durumun, son gelişmelerin değerlendirilmesi ve ne yapmalı sorusunun yanıtı gelecek haftaki yazıya kaldı.