Devletin görevi de kültürden herkesin yararlanmasını yani, bir bakıma kültürün demokratikleşmesini sağlamaktır

Umut... Biraz daha umut!

umut-biraz-daha-umut-492334-1.

EREN AYSAN

Öncelikle bir iki konuda uzlaşmamız gerekiyor: Tiyatro doğası gereği “insan”dan yana tavır alır. Sophokles’den beri sahneden, “Ben bu dünyaya kin değil, sevgi paylaşmaya geldim!” diye seslenilmesi bir tesadüf değildir. Süreç içinde seyircisini de dönüştürür. Şiddete karşı mesafeli olma erdemine sahip olmayı öğretir. Her biri son derece beylik cümleler gibi görünebilir yazdıklarım. Sonuçlarını daha içerden yaşayan bizler için sıradan örneklerdir her biri: Van Devlet Tiyatrosu’nun açtığı tiyatro kurslarında, on iki yaşındaki bir çocuğun, “Tiyatro sana ne verdi?” sorusuna burnunu çeke çeke, “Artık kız kardeşimi dövmüyorum!” diye karşılık vermesi kazancın umulandan fazla olduğunu gösterir. Yahut Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’nu bombalamaya gelen bir teröristin oyunun bir kısmını izledikten sonra sahnede olup bitenden etkilenip seyirciyi korumak adına fünyeyi tuvalette çektiğini itiraf etmesi “oyun”a olan güvenimizin bir kere daha sağlamasını yapar. Aksi takdirde yaşanacak felaketin tarifi olamazdı kuşkusuz. Dolayısıyla sahnedeki sözlerle yıllar yılı kendini özdeşleştirmiş meslektaşlarımızdan terör destekçisi çıkmaz. Çıkamaz!

Öte yandan modern tiyatronun işlerinden biri de, zaman zaman seyirciyi “provoke” ederek belli bir bilince ulaşmasını sağlamaktır. Tabu olarak nitelendirilen, hassas konularda bile alımlayıcıyı deyim yerindeyse “zıplatmak” temel bir yöntemdir. Bir yere odaklanılması, sansürün birkaç söz üzerinden dayatılması ise bütünü görmekten uzaktaki zihniyetin ürünüdür yalnızca. Dolayısıyla oyundaki sözleri değil bütünü tartışmak temel prensip olmalıdır. Yoksa, “eleştiri mekanizması” bir dayatma olarak kendini var etmeye başlar ki bu da baştan sanatın iflasına sürükler bizi. Tabii, dünya tarihi boyunca kimi devlet adamları sanatı kendi beklentilerine uygun bir noktaya sürükleyen tutumlar benimsese de, uzun vadede başarılı olamadıklarının da altını çizmek gerekiyor. Doğası gereği tiyatro sanatı çatışma ( agon) üzerine kuruludur. Bunu tartışmaya açmaya çalışanlar üç bin yıl önce yaşamış Aristoteles’ten daha geridedir ne acı ki! Eee, sanat uzun, hayat kısa! Gelelim, bin yıllardır süren devletin sanatla olan kimi zaman sancılı ilişkisine... 1960’lı yıllarda Fransa’da Rene Maheu, kültür politikaları kavramını, 1948 yılında kabul edilen İnsan Hakları Bildirgesi’nin 27. maddesindeki kültür hakları kavramına dayandırmıştır. Bu maddede, “Her kişinin toplumun kültürel yaşamına özgürce katılma hakkı” olduğu savunusu yapılmaktadır. Her insanın nasıl “eğitim hakkı”, “çalışma hakkı” varsa bir de “kültür hakkı” bulunmaktadır. Rene Maheu bu haktan herkesin yararlanması üzerinde durmuş, kültüre erişimin seçkinlerin, varlıklı bir azınlığın ya da kültür uzmanlarının tekelinde bir lüks aracı olamayacağını belirtmiştir. Devletin görevi de kültürden herkesin yararlanmasını yani, bir bakıma kültürün demokratikleşmesini sağlamaktır. Ülkemizde ödenekli sanat kurumları da büyük şehirlerde sınırlı kalmayarak Diyarbakır’dan Van’a, Konya’dan Trabzon’a, tiyatro, opera ve bale alanındaki üretim ve çalışmalarıyla tüm yurtta kültüre erişimin sağlanmasına hem aracı hem de destek olur. Devletin çağdaş ve sosyal olanı daima insana yatırım yaptığından, kişilerin sanata ulaşması adına aklıselim yöntemler belirler. Dünyanın hemen her yerindeki “National Theatre”lar ve onlara verilen neredeyse bizim Devlet Tiyatrosu’nun birkaç katı büyüklüğündeki ödenekler tartışmaya açılmaz. Demir Leydi Thacher döneminde böyle bir girişim söz konusu olmuş, sanatçılar sokağa dökülmüş ve haklarını geri almıştı. Yıllar önce ekonomi kökenli bir müfettişin İngiltere’deki tiyatro sistemi ile Devlet Tiyatroları modelini karşılaştıran ve Devlet Tiyatrosu’nun bir kısmının özelleştirilmesini savunan raporunu okuyunca karnımı tuta tuta gülmüştüm. Sanat etkinliğinin yalnızca ticari faaliyete konu edilmesi gibi son derece rahatsız edici bir konu başlığının yanında, tarihsel birikimi, geleneği, hatta İngiltere’deki tiyatroların bir kısmının turistik değerini bile göz ardı eden bu anlayışın arka planında ne yazık ki her şeye hâkim olabilme arzusu yatıyor. Oysa tiyatro yönetimi tiyatrocularındır. Gereklerini ve eksiklerini en iyi onlar bilir. Devlet Tiyatroları’na ilişkin iyi niyetli tadilat girişimlerinin özellikle 1980’li yılların ortasından itibaren sık sık gündeme taşındığını bilmekteyiz.

1990 yılında düzenlenen ve ilk tiyatro kurultayı olan “Türk Tiyatrosu Kurultayı”nı, Tobav – Meksav Kurultayı “1. Mersin Uluslararası Tiyatro Yönetimi ve İşletmecilik Sorunları Semineri”, “Sanat Kurumlarının Yeniden Yapılandırılması Uluslararası Sempozyumu” ve bir çok panel izledi. Bu kurultaylarda ve panellerde Devlet Tiyatroları’nın içinde bulunduğu yapıya dair bir resim oluşturulmuştu. Devlet Tiyatroları’nda yasal düzenlemelerin tıkanma noktasına geldiği, gereksiz yayılma sonucu gereğinden fazla şişmanladığı, buna karşılık kurumun merkeziyetçi yapısı nedeniyle sıkıntılarının arttığı vurgulanmıştı. . Ayrıca Devlet Tiyatrolarında “yeniden yapılandırma” fitilini ateşleyecek modeller tartışılmıştı. Uygulamaya geçemeyen bu arayışların, açıklanan modellerin kaçırılmış fırsatlar demeti olduğunu görmek, bugün insanda büyük bir burukluk bırakıyor. Oysa yalnızca Devlet Tiyatroları için değil tüm sanat kurumlarında formül bellidir: Özgür ve özerk tiyatro, kurumların tüzel kişiliği haiz yapısının korunması ve hatta güçlendirilmesi, merkeziyetçi yapının terk edilerek yerinden yönetim düzenine geçilmesi, çağdaş dünyanın yıllardır uyguladığı teknolojilerin tiyatro estetiğine kazandırılması, sanatçılar arasındaki rekabet ve teşvik sisteminin adil olarak düzenlenmesi ve güçlendirilmesi, sahne üzerinde ve mutfağında çalışanların katılacağı seçimle genel sanat yönetmenin sadece belli dönemler için belirlenmesi...

Peki bütün bunlar için uygun bir ortam ve anlayış var mı? Elbette yok. Ama yine de Benjamin’in dediği gibi, “umut dediğimiz şey umutsuzlar adına beklentidir!” biraz da...