EREN AYSAN Rus şairi Aleksandre Blok’un çok sevdiğim dizeleridir: “Durgun yıllarda gelmiş olanlar dünyaya/ anımsamazlar geçtikleri yolları.” Oysa ülkemizin çalkantılı döneminden geçerken aklımızda, kalbimizde biriktirdiğimiz ne çok acıya, ne az sevince tanıklık ettik. Bizi biz kılan görüp geçirdiklerimiz değildi yalnızca. Yaşadıklarımızın ruhumuza kederle dokunması, parmak uçlarımıza kadar derin bir hüzünle savrulmamızdı. Hatıralarımızın capcanlı olması bundandır! […]

Umut mu? Umutsuzluk mu?

EREN AYSAN

Rus şairi Aleksandre Blok’un çok sevdiğim dizeleridir: “Durgun yıllarda gelmiş olanlar dünyaya/ anımsamazlar geçtikleri yolları.” Oysa ülkemizin çalkantılı döneminden geçerken aklımızda, kalbimizde biriktirdiğimiz ne çok acıya, ne az sevince tanıklık ettik. Bizi biz kılan görüp geçirdiklerimiz değildi yalnızca.

Yaşadıklarımızın ruhumuza kederle dokunması, parmak uçlarımıza kadar derin bir hüzünle savrulmamızdı. Hatıralarımızın capcanlı olması bundandır! Kazancakis’in o meşhur “Zorba” romanında hayattan beklentilerini olabildiğince azaltmış bir entelektüel bir süreliğine ruhunu dinlemek için Girit’e gider. Kendisine ait linyit kömürü madenleriyle cebelleşirken karşısına “Zorba” çıkar. Ve onun kulağına bir gün, “İnsan zorlayıcı olurken bir yanı zorba olmak istiyor, hayatı yaşamak istiyor kısacası…” sözünü fısıldar. Hayatı tüm iliklerine kadar yaşamak, aşkla, sevdayla, tutkuyla, arzuyla harmanlamanın bir bedeli vardır kuşkusuz. Bizim gibi ülkelerde ise böyle duygularla hemhal olmak karşında onca zorluk varken yaşamın sunduğu güzel sürprizlerdir. Geçtiğimiz hafta sevgili arkadaşım Canan Kaftancıoğlu davasını takip ederken düşündüm bunları. Pekâlâ, Canan İstanbul’da bin bir güçlükle kurduğu yaşamındaki tüm zevkleri sonuna kadar sömürerek yaşayıp, kocası Naki ve yetiştirmek için uğraş verdiği çocuğuyla (anten kızıyla) hayatını sürdürebilirdi. O zaman, bu ülkede siyasi cinayetlerde yaşamının önü kesilen simge isimlerin yakınlarının Toplumsal Bellek Platformu çatısı altında bir araya gelmeleri de başka bahara kalırdı şüphesiz. İşte ben Canan’ı böyle bir zaman diliminde tanıdım. İstanbul’da yapılacak “Benim Babam Bir Kahramandı” adlı Babalar Günü etkinliğinde yan yana getirmişti bizi. Üstelik bir telefonla. Benim Toplumsal Bellek Platformundan gördüğüm, bu ülkede onca kinin ve nefretin karşısında muazzam bir dayanışmayla hemen herkesin “eleştirel düşünceyi” hep koruyarak ilerlemesidir. Aslında bizlere bırakılan en ağır mirastır bu!

Böyle, bitip tükenmeyen, eksilmeyen dönemlerde sözcüklerden oluşan odalara sığınmamızın ardında “eleştirel düşünce”nin gücü yatar. Üstelik bu bakış; soluk aldığımız dünyaya ait apansızca sorular ortaya atmaktan, zaman zaman “kışkırtıcı” gelebilecek bir ayartıcılığa bürünmekten hiç ama hiç çekinmez. Zaten yaşadığımız dünyaya dair düşünce üretmek, gittikçe zahmetli bir hâl alsa da demokratik ve özgür bir toplum oluşturabilmek adına çalışmak, her şeyden önce sorumlu yurttaşlığın da gereği değil midir?

Çok sevdiğim yazarlardan Mario Vargas Llosa, edebiyatın, hatta sanatın yazgılarına boyun eğen, yaşadıkları yaşamdan hoşnut kalan insanlara hiçbir şey söylemeyeceğini dillendirirken, şunları da ekler: “Edebiyat asi ruhu besler, uzlaşmazlık yayar; hayatta çok fazla şeyi ya da çok az şeyi olan insanların sığınağıdır.” Öyleyse insan daha çok mutsuzluğunu yenmek, makûs talihini kısa bir süreliğine de olsa tersine çevirmek için kitaplara sığınır. Ahap Kaptan’la birlikte balinanın sırtında denize açılır, Samsa’yla böceğe dönüşür, Anna Karenina’yla şehvet denizinde yıkanır, Madam Bovary’le arsenik içer. Böylece elini uzattığı sanat ona çeşit çeşit yaşamları sunar. Bütün hayatları bilme isteğinin başka bir ruh hali vardır bunda. Yaşamaya dair umut kitaplardadır belki de yalnızca. İyileştiren, merhem olan her şeyin kaderi sözcüklerde saklıdır.

Burada başka bir sorunsal karşımıza çıkıyor: İnsanları “şiddet”e ve “ayrımcılığa” sürüklemediği sürece yazı masum değil midir? Kolaylıkla okurun kalbindeki mahkemede yargılanır her bir sözcük. Buna yapıt da dahildir. Sanıyorum, eski defterleri çıkartıp edebiyatın neliği üzerinden Emile Zola’nın L’Aurore gazetesinde yayımlanan Dreyfus davasını, dönemin ünlü yazarın dönemin cumhurbaşkanına yazdığı “Suçluyorum” yazısını, Babeuf davasını amasız, fakatsız, yarınsız yeniden tartışmaya başlamamızın zamanıdır. Bir dönem ne çok yazılıp çizilmişti oysa… Ve Zola’nın Dreyfus davasında yazdıkları: “…Gerçek su yüzüne çıkıyor ve hiçbir şey onu durduramayacak. Olay ancak bugün başlıyor, çünkü konular ancak bugün açık olarak ortaya çıktı. Bir yanda ışığın parlamasını istemeyen suçlular, öbür yanda ışığın parlaması için canlarını verecek doğrucular. Gerçek toprağın altına kapatıldığı zaman, orada öyle bir toplanır, öyle bir patlama gücü kazanır ki, patladığı gün her şeyi kendisiyle birlikte havaya uçurur. İleri de yıkımların en gümbürtülüsünün hazırlanıp hazırlanmadığını göreceğiz…” Tam da ihtiyacımız olan sözler bunlar. Ve sözcüklere yaslanan değerler.

Öte yandan umutsuzluğun egemenliğine karşı anlatacağımız hikayeler önemlidir. Birbirimize daha çok hikâye anlatmamız gereken zamanlardan geçiyoruz. Çok sevdiğim Dino Buzzati’nin ‘Tatar Çölü’ romanında askeri okuldan yeni mezun teğmen Giovanni Drago’nun bir eylül sabahı ilk görev yeri olan ve Kuzey Krallığı’nın sınırında bulunan Bastiani Kalesi’ne gidiş ve uzun yıllar o kalede kalış öyküsü anlatılır. Drago’nun yaşamı, yaklaşık otuz yıl kaldığı kalede eve dönüş yolunda, bir han odasında son bulur. Aslında kaleye dört aylığına gelmiştir. Bir yanda dik kayalıklarla dağların, diğer yanda Kuzey Krallığı’na ait uçsuz bucaksız Tatar Çölü’nün yanı başında otuz yıl boyunca kuzeyden gelen düşmanı bekler. Ama o savaş, Drago ölüm döşeğindeyken başlar. Bu süre içinde yaşanacak olağanüstü bir olay, kaledeki askerler adına yaşama dair can simididir. Bir gün bir silah sesi Bastiani Kalesi’nde yankılanır. Drago, “Bu silah sesi kaledekiler için umudun sesi gibidir. Herkesin birbirinden sakladığı umudun sesidir. Birkaç er dışında hiç kimse, hepsinin yüreğinde yatan o sözcüğü telaffuz edememektedir. Subaylarsa bunu söylemeyi tercih etmektedir; çünkü bu onların umududur…” diyerek kaledeki anlamsız hayatı belki de anlamlı kılan tek şeyin umut sözcüğünde saklı olduğunu vurgular. Üstelik bu umut hayatın tek duygusu haline dönüşmüştür.

Ya bizlerin hayatında umut nerede? Benjamin’in, “Umut dediğimiz şey umutsuzlar hakkında bir beklentidir” deyişine mi dönüştü bir şeyler? Yaslandığımız bu boğuntulu günlerde ne? Sanata sığınmak ve onun ruhumuza merhem olmasını sağlamak mı? Yoksa yazıya, söze, düşüncenin dünyasına sığınmak mı? Sansürsüz bir üretim biçimini sonuna kadar yaratacak bir alan inşa etmek mi?

Umuda ihtiyacımız var. İşte bu umudu da “bedel ödeyenler” sağlıyor ne yazık ki!