1950 Kuşağının önemli isimlerinden olan Adnan Özyalçıner, “Geleceğe dönük, gelecekte mutlu olacakları düşünceleri vardı. Ben onu keşfettiğim için öykülerimde hep o umudu korudum aslında. Yaşadıkları bütün sıkıntılara rağmen, canlı tuttukları o umudu korumaya çalıştım” diyor

“Umutları, hayalleri, düşleri vardı, ama ifade edemiyorlardı”

KADİR İNCESU

Adnan Özyalçıner için edebiyatımızın gerçek bir çınarı dersek, abartmış olmayız. Doğduğu, çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği mahallede yaşayan insanları anlatarak başladığı yazın yaşamına 70 yıla yakın bir zamandır ara vermeden devam ediyor. Özyalçıner’in öyküleri, Toplu Öyküler 1 (Panayır, Sur), Toplu Öyküler 2 (Gözleri Bağlı Adam, Yağma), Toplu Öyküler 3 (Cambazlar Savaşı Yitirdi, Sağanak) ve Toplu Öyküler 4 (Alaycı Öyküler, Aradakiler) adıyla Evrensel Basım tarafından yayımlandı. Bütün kitapları Evrensel Basım Yayın tarafından yayımlanan Adnan Özyalçıner ile yazın yaşamını konuştuk.

Adnan Abi yaklaşık 70 yıllık bir yazın geçmişiniz var. Öykü yaşamınıza nasıl girdi?

Ortaokul sıralarındayken okuduğum Ömer Seyfettin’in öykülerini çok beğenmiştim. Babıâli’ye gidip bütün kitaplarını almak istedim. 10 ciltlik seriyi, pahalı olduğu için alamadım. Harçlığım yetmemişti. Uzun süre para biriktirdim, Ahmet Halit Kitabevi’ne gidip, aldım. “Ant” ve “Kaşağı»yı okuduğumda ben de böyle şeyler yazabilir miyim diye düşünmüştüm. Ondan sonra kendimce yazmaya başladım. İlk yazdığım öykülerden birisinde sanıyorum –o zaman Eyüp Ortaokulunda okuyor, halamın yanında kalıyor, haftasonları da Karagümrük’e annemin yanına gidiyordum- Eyüp Camisinde dilenen bir çocuğu yazdım. Dileniyordu, ama dilenci gibi değildi. Onun dilenciliğe nasıl alıştırıldığını düşündüm. Anadolu’dan gelen saf bir çocuk, sonradan dilenciliğe alıştırıyorlar, camide dilencilik yapıyor. Dilenciliğe yakışmayan bir duruşu vardı. İlk öyküm bu oldu. Böyle başladım.

“Babam da işçiydi”

Çocukluğunuz ve gençliğiniz Karagümrük’te geçti. Karagümrük’ün kişiliğinize ve yazın yaşamınıza etkisi ne oldu?

Karagümrük, işçi mahallelerinin olduğu bir yerdi. Babam da işçiydi. Oturduğumuz yer Draman’a yakın, Haliç üstü bir yerdi. O zaman Haliç’in kıyısı fabrikalarla doluydu. Un, demir, hatta kalem fabrikası vardı. Sabahları erkenden sokaklar hareketlenirdi. Güneş doğmadan, işçileri işbaşına çağıran fabrika düdükleri çalardı. İşçilerin ayak seslerini duyardık, uykumuzun arasında… Babam da onlardan biriydi, yürüyerek giderlerdi fabrikaya… Babam demirciydi, cıvata üretiyorlardı; İkinci Dünya Savaşı yıllarında fabrika kapatılınca işsiz kaldı. O yüzden hiç bilmediği dokumacılığa başladı, çırak olarak. Çok iyi bir dokumacı ustası oldu. “Dokumacının Ölümü” adlı öykümde babamı anlattım. Babamın cıvata fabrikası günlerini, İkinci Dünya Savaşının sıkıntılı dönemlerini anlattığım diğer bir öyküm de “Bodrumdaki Hazine” idi. İlginç bir adamdı babam, okuma yazma bilmiyordu ama iyi hikâyeler anlatırdı. Bilinen hikâyeler kadar, kendi yarattığı hikâyeleri de anlatıyordu. Sinbad’ın balinanın üstüne ada diye çıkıp, ateş yakma hikâyesini babamdan dinlemiştim ilk kez. Okuma yazma bilmiyordu, ama bu öyküleri biliyordu. Her akşam bize masal, öykü ve fıkra anlatırdı.

O mahallede gördükleriniz, yaşadıklarınız sizi sorgulamaya yöneltti, bunu da öykülerinizde görmeye başladık.

Şimdi, annem babam okuma yazma bilmiyor. Mahallede de birçok kişi okuma yazma bilmiyor. Ama bu insanların, babamın hikâye anlatıcısı olması gibi bazı özellikleri var. Düzeni yerebiliyorlar, eleştirebiliyorlar, konuşabiliyorlar. Onlara hayretle bakıyordum. Babam ilginç bir adamdı, “Patronumu şikâyet edeceğim” diye tutturdu. “İşçi Borusuna şikâyet edeceğim” diyordu. Patron verdiği sözleri tutmamış, ikramiyeleri vermemiş, maaşlara zam yapmamış… “Gideceğim, İşçi Borusuna şikâyet edeceğim” diyordu. Uzun zaman İşi Borusu’nun ne olduğunu anlayamadım. Sonunda sonraki yıllarda Kemal Sülker’e sordum İşçi Borusu’nun ne olduğunu… 1945’li yıllarda sendika olmadığı dönemlerde CHP, İşçi Büroları kurmuş. Meğer İşçi Bürosu demek istiyormuş. Yani o insanlar bütün bunları biliyorlardı, ama ifade edemiyorlardı. Bütün sıkıntıları buydu. Umutları, hayalleri, düşleri vardı ama ifade edemiyorlardı. Kendimi gerçek olarak öykü yazmaya yönlendirdiğim zaman, babamın, mahalle halkının ifade edemediklerini ben ifade edeyim, onların sesi olayım dedim. O insanları yazdım. O insanlar neler düşündü? Hangi umutları, hangi hayalleri vardı? Hayallerini, umutlarını, düşüncelerini hiçbir zaman açığa vuramadılar. Bunun için bütün hayalleriyle, düşleriyle, sorunlarıyla, bu insanları anlatayım dedim.

“Süpürge tohumlarından ekmek yapardı”

Çocukluğunuzda İkinci Dünya Savaşı yıllarına denk geliyor. Nasıl etkiledi sizi o dönem?

Bir takım karamsarlıkları getirdi. 1950 kuşağının bunaltı döneminin, hem Demokrat Partinin baskıcı, hem de savaşın getirdiği boğuntudan geldiğini bilmek, görmek lazım. Savaşın sıkıntılarını anlatan öykülerim oldu. Annem, Edirnekapı’daki değirmenlerde öğütülen süpürge tohumlarını alır bize ekmek yapardı. Öyle dönemler geçirdik. Ekmek vesikaylaydı zaten. Dörtte bir ekmek veriyorlardı bir günde, babam ağır işçi olduğu için yarım ekmek alıyordu.

Geleceğe dair düşünceler

Sıkıntılı yaşamları anlatıyorsunuz ancak şu tespiti de yapmam gerekiyor. Az önce söz ettiğimiz “Dokumacının Ölümü” öykünüzde olduğu gibi sonu kötü bitse de her zaman ayakta duran bir “umut” var.

Evet. Neden o? Bu insanların bütün sıkıntılarına karşılık hayal güçleri, büyük umutları, istekleri vardı. Geleceğe dönük, gelecekte mutlu olacakları düşünceleri vardı. Ben onu keşfettiğim için öykülerimde hep o umudu korudum aslında. Yaşadıkları bütün sıkıntılara rağmen, canlı tuttukları o umudu korumaya çalıştım.

“İstanbul’u ‘kişi’ olarak anlattım”

“İlk kitaplarınızdan sonra, yazma alanınız genişledi… Panayır” ile başlayıp “Sur” ile devam eden o dönemi de anlatır mısınız?

Genelde İstanbul’u anlattım, İstanbul’u anlatmaya çalıştım. İstanbul’u “kişi”, bir öykü kahramanı olarak anlattım. “Yağma”da İstanbul anlatılır, İstanbul kişilik olarak belirir.

Eşya ve insan ilişkisi öykülerimde iç içedir. Eşyanın da bir kişiliği olduğu düşüncesindeyim. Anlattığım öykülerdeki yerlerin kişiliği de öne çıkıyor. Eşyaların, insanlarla olan ilişkilerini de yansıtmaya çalışıyorum. Daha doğrusu onların çelişkilerini ve ilişkilerini ortaya koymaya çalışıyorum. Ama asıl mesele, hep üzerinde durduğum temel mesele; yöneten ve yönetilen çelişkisi. En başından beri, yöneten ve yönetilen sorunuyla ilgilendim. Çünkü babamdan biliyorum, biz yönetilendik. Ve yönetenleri babam hep şikâyet ederdi. Sonra da ben şikâyet etmeye başladım. Yazdıklarımla…

“Yaşananı vermeye çalıştım”

İlk dönem öyküleriniz betimleme ağırlıklıyken, sonrasında diyalogların da aynı derecede yer aldığını görüyoruz. Bu durumu nasıl yorumlamalıyız?

Baştan beri toplumsal ilişkiler öykülerimi biçimlendirdi. Yaşanan ilişkileri, toplumsal ilişkileri öne çıkarmaya çalıştım. Yaşananı vermeye çalıştım. Başlangıçta biraz karmaşık gibi görünse de sonraki öykülerde anlatımın getirdiği gelişme ile aydınlık olmaya başladı. Aslında insan gerçeğini ve toplum gerçeğini bütün boyutlarıyla derinlikli olarak verme düşüncesi hiç de��işmedi. Gerçeği, daha gerçek olarak verme düşüncesinden hiç caymadım. Caymadığım gibi, bağlı olduğum 1950 kuşağı da caymadı. Biz böyle düşündük. Biz ilk öykülerimizi yazmaya başladığımız zaman, gerçeğin basmakalıplaştığını, yüzeysel kaldığını gördük. Dedik ki, yaşanan bu gerçekleri alışılmış biçimde anlatmak yerine, daha kapsamlı anlatabilir miyiz? Bütün meselemiz daha kapsamlı şekilde ortaya koymaktı. Düşündürmek, hayalleriyle, düşleriyle insanı vermekti amaç. Bu amaç hiç değişmedi. Ama anlatım biçimlerinde değişiklik, yalınlaşma mı diyeyim, aydınlanma mı diyeyim, öyle bir değişim oldu. Yoksa anlatım özellikleri ilk öykülerden itibaren hiç değişmedi.

“Anadolu dergilerinde yazıyorduk”

1950 kuşağı deyince akla a dergisi geliyor. O günlerden de söz eder misiniz?

Biz, 1955’de üniversiteye başladık. Kemal Özer, Konur Ertop ve ben Türkoloji’deydik. Hukuk Fakültesinde ise Doğan Hızlan, Erdal Öz, Hilmi Yavuz, Demir Özlü, Onat Kutlar, Ferit Öngören vardı. Birbirimizi nasıl bulduk, nasıl tanıştık bilmiyorum, hatırlamıyorum. Sanıyorum ki birlikte tanıştık. Bir anda… İstanbul Erkek Lisesi’nden Hukuk Fakültesinde olan Önay Sözer’in aracılığıyla olsa gerek. Ama hep birlikteymişiz gibi geliyor. Tabii, Onat’ı Seçilmiş Hikâyeler dergisinde yayınlanan “Volan Kayışı” adlı öyküsünden biliyordum. Onat da bizim hikâyelerimizi dergilerden biliyordu. Birbirimizi daha önceden dergilerden tanıyorduk. Bir şey söyleyeyim, pek bilinmez bu: Biz, İstanbul dergilerinden çok Anadolu dergilerinde yazıyorduk. Adana’da Ali Kemal Şenadam bir gazetenin eki olarak Salkım dergisini yayınlıyordu. Birçok hikâyemiz Salkım dergisinde yayınlandı. Birbirimizi daha çok tanımamız ise Seçilmiş Hikâyelerden… Salim Şengil, genç kuşağın öykülerini yayınlıyordu. 1956, Demokrat Parti’nin baskılarını artırdığı felaket yılları. Demokrat Parti’ye karşı direnmeler de başladı, yürüyüşler de… Bir yandan direnmelere katılıyoruz, bir yandan da özgürlük mücadelesi ve düşünsel mücadele mi yapsak dedik. Bir dergi çıkarmaya karar verdik, a dergisini çıkardık.

Adnan’ın “A”sı

“a dergisi”nin çok ilginç bir isim verilme öyküsü olduğunu duydum, pek kimsenin bilmediği…

O zamanlar 13 dergisi çıkıyor rakamlı isim, Mavi dergisi çıkıyor renk adı. Bunların dışında, orijinal bir isim olsun diye düşündük. Benim aklıma kendi adım geldi. Adımın ilk harfi “a”... Arkadaşlara “a” olsun dedim. Aman ne güzel, alfabenin ilk harfi, başlangıç dediler. Biz de başlangıç dergisi olarak “a dergisini” çıkardık. Hem siyasal iktidara, hem de edebiyatın iktidarına karşı çıktık. Gerçekçiliğin basmakalıpçılığına, yüzeyselliğine… O tür gerçekçiliği reddederek çıktık.

“a dergisi” döneminde okuduğumuz yazarlar bizi başka türlü düşünmeye götürdü. Kafka, Steinbeck, Hemingway, Camus, Sartre, Gide’in yanı sıra Alman, İsveç, Rus yazarlarını okuduk. Bütün bunlar bizim için ayrı bir dünya yarattı. Ayrı dünyanın öykülerin tanıdık. Varoluşçu düşüncenin izleri de var ilk a dergisi döneminde. Kendi adıma söyleyeyim, varoluşçu düşünceyi özgürlükçü yanıyla biçimlemeye, savunmaya çalıştım. Bu bakımdan varoluşçuluğun da bizim öykümüze epey katkısı oldu. Sinema da bizi çok etkiledi. İtalyanların neorealist filmleri, Fransızların yeni dalga filmleri vardı. Onların bize ayrı katkıları oldu. Dikkat edilirse, benim öykülerimde, 50 kuşağının diğer öykücülerinde de sinemasal görüntüler baskındır.

“Biz varız bu kitaplarda”

4 cilt, sekiz kitapta toplandı bütün ömrünüz.

Yaklaşık 60 yıllık bir ömür o kitaplara verilen… İnsanın çektiği acılar, toplumun yöneticilerle olan çelişkileri var öykülerimde. Bunun dışında da hayata bağlılık, umut ve geleceğe güven var. Biz varız bu kitaplarda, bütün bir İstanbul var. Ama bu başka bir İstanbul, öteki İstanbul… İşçinin, yoksulun; acı çeken, ama bu acıya rağmen umudu olan topluluğun öyküleri…

Adnan Özyalçıner için bugüne kadar yazdıklarıyla umudu ayakta turmuş diyebiliriz, diye düşünüyorum.

Böyle düşünülüyorsa keyifle kabul ederim. Sennur’u anlatan kitabın adı “Umudun Yorulmaz İğnesi” biliyorsun. Sennur da aynı şeyi yapıyordu, ben de aynı şeyi yapıyorum. Büyük beraberliğimizin belki de en anlamlı nedeni umuda bağlılık...

Adnan abi teşekkür ederim, güzel bir söyleşi oldu…

Eski deyimle etrafını cami, ağyarını mani şeyler söyledik.

İyi ettik.