Bugünün “Yeni” Türkiye’sinde en çok Cemal Süreya’ya ihtiyacımız var ama o çeyrek asırdır bizden uzakta. Uzakta mı dedim? Hayır. Hep yanımızda. Daha yüzyıllarca öyle kalacak. Son şiirinde “Üstü kalsın” demişti. Kalmasın. Üstü bile memleketi yeniden yaşanır kılmaya muktedir.

Üstü kalsın...

MURAT MERİÇ muratmeric@gmail.com

Cemal Süreya’nın 31 Mart 1988’de yayınlanan kitabı “Sıcak Nal”, ikizi “Güz Bitigi”nin yanında daha usturuplu; memleket meseleleri üzerine kelama sahip, “ağır” bir kitap. “Güz Bitigi”nin uçarılığı, ufaklığından. Sadece hacim olarak değil, yaşça da ufak:  1 Nisan 1988 tarihini taşıyor, aşk şiirlerinden müteşekkil ve ikinci bölümünü oluşturan “20 şiir”in sonundaki dize aynı: “Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.” Dönemli Yayıncılık tarafından yapılan bu “şaka”, memleket edebiyat tarihinin en güzel “iş”lerinden biri aynı zamanda. Cemal Süreya’nın hayattayken yayımlanan son iki şiir kitabı bunlar. 9 Ocak 1990’da aramızdan ayrıldığında, geride, “Sevda Sözleri”ni oluşturan (kitabın ilk baskısının sonuna eklenmiş “Uçurumda Açan”ı da sayarsak) altı şiir kitabı ve bir sürü dize bırakmıştı.

“Sıcak Nal”ın en dikkat çekici şiiri, beş bölümden oluşan “Kısa Türkiye Tarihi.” Sonuncudan başlayalım: “Kahvede subay yok, / Bu nasıl iştir!” 12 Eylül 1980’de “son darbe”yi görmüş bir şair Cemal Süreya ve gördüğü üç darbeli memleket tarihinin özeti tam da bu. 59 yıllık hayatında sadece üç darbe değil, üç de anayasa görmüş. “Tarih”in 2 numaralı şiiri, bunun altını çiziyor: “Üç anayasa / ortasında büyüdün: // Biri akasya / Biri gül / Biri zakkum.” 3 numaralı kısım, sonda değineceğim “geniş özet.” 4 numaralı parça ise manidâr: “O yıllarda ülkemizde / Çeşitli hükümlerle / Yetmiş iki dilden / İkisi yasaklanmıştı: // İkincisi Türkçe.”

Cemal Süreya bugün yaşasaydı, doğduğu coğrafyada öldürülen çocuklar için bir şiir yazardı. O şiir, onları en iyi anlatan şiir olurdu. Belki eli şiire gitmezdi, bir portreyle anardı onları. Berkin’i de eklerdi yanlarına, bir aile fotoğrafı çekerdi: Devlet tarafından öldürülmüş çocukların fotoğrafı. Sevcan Yavuz, Uğur Kaymaz, Ceylan Önkol ve Berkin Elvan, Cemal Süreya’nın yokluğunda öldürüldü. Onlar da Cemal Süreya’yı tanıyamadı. Cemevinde öldürülen Uğur Kurt belki onun şiirlerini okumuştu ama Cizre’de birkaç gün önce öldürülen Ümit Kurt, mutlak surette ondan habersizdi. Saydığım bütün isimlerin ortak noktası, devlet tarafından öldürülmüş olmaları. Hepsinin katili biliniyor ama hiçbiri cezalandırılmadı. Ethem Sarısülük’ten Ali İsmail Korkmaz’a, Gezi Direnişi döneminde öldürülen ve hafızamıza çıkmayacak şekilde kazınan isimleri ve devlet tarafından alınan başka canları da sayarsak, yazı uzar. O kadar çoklar. Çoklukları kısacık dizelerle ve birbiri ardına oya gibi dizdiği küçük cümlelerle anlatırdı Cemal Süreya. Onun için güzeldi.

Ankara’da, abc Kitabevi’nde düzenlenen bir “sanat matinesi”nde onu gördüğümde, şiirini kendi sesinden dinlediğimde on yedi yaşındaydım. O güne kadar okuduğum hiçbir şeye benzemiyordu bu. Divan edebiyatından Ümit Yaşar Oğuzcan’a uzanan, Orhan Veli Kanık’la neyse ki “sapan” lise müfredatında başta Nâzım Hikmet olmak üzere pek çok şaire yer verilmiyordu o yıllarda. Kendi çabamla ulaştığım şiir, Attilâ İlhan’dan Ahmed Arif’e uzanıyordu ve ben, o yıllarda, Konur Sokak’taki Mülkiyeliler Birliği’nin bahçesine sızarak Ahmed Arif’e yakın bir masada bira içiyor, onca gürültü arasında onun sohbetini dinlemeye çalışıyordum. Hevesliydim, şiiri “toplumcu” sanıyordum ve bildiğim şairler, Ahmet Kaya ve Zülfü Livaneli’nin albümlerinde karşıma çıkanlardı. Cemal Süreya, sadece ezberimi bozmadı, bütün şiir tarihini bir anda yerle yeksan etti!

Onu dinlediğim günün ertesinde, Dost Kitabevi’ne gittiğimde karşıma çıkan Cemal Süreya kitabı, “Sevda Sözleri”ydi. Can Yayınları’nın 1984 baskısı, yıllarca elimde dolaşmaktan yıprandı. Şimdi, yeni baskılarıyla birlikte kitaplığımın en güzel köşesinde yorgun ama mutlu gülümsüyor. Yanında, kitabı oluşturan diğer kitapların bütün baskıları var. O kadar sevdim Cemal Süreya’yı ve şiirini. 

“Sevda Sözleri”, adıyla çarpmıştı beni. İçindeki şiirler, kelimenin tam anlamıyla, oradan oraya savurdu. Erotizmden komünizme uzanan çizgi o gün oluştu zihnimde ve yan yana gelmesi o güne dek abes olacak pek çok şey, onun şiiriyle hayatıma girdi. Cemal Süreya, beni yeniledi.

“Sevda Sözleri”ni okurken dikkatimi çeken, bambaşka bir şeydi: Cemal Süreya şiiri bestelenmemişti. Onun şiiriyle, yıllar sonra, 1992’de, ortalığa çok çıkamamış bir MFÖ abümünde karşılaşacaktım ilk kez… “Dönmem Yolumdan” adlı albümün ikinci yüzünü açan “Aşkların Ortasında”, Cemal Süreya, Nurettin Özden, Adnan Yücel ve Gültekin Emre’nin şiirlerinden derleme bir Mazhar Alanson - Fuat Güner ortak bestesiydi. Vurucu noktası, Cemal Süreya şiiri “Önceleyin”den alınan dizelerdi: “Bir korkusuzluk aldı yürüdü çevremizde / Sen çıkardın utancını duvara astın / Ben aldım masanın üstüne koydum kuralları / Her şey işte böyle oldu önce.” Bestelenirken kelimelerin yerleri değişse de gücünden hiçbir şey kaybetmemişti bu dizeler ve ben, o gün, Cemal Süreya şiirini Mazhar Alanson’dan başka kimsenin besteleyemeyeceğini bildim. Bir kısım denemeler oldu ama kalan, yine bir Mazhar Alanson bestesi “Hüznün Kuşları” oldu. Beş ayrı şiirden (“Ülke”, “Aslan Heykelleri”, “Uçurumda Açan”, “Bu Bizimki” ve “Dikkat Okul Var”) derlenen bu şarkı, 2002 tarihli solo Mazhar Alanson albümü “Türk Lokumuyla Tatlı Rüyalar”ın en sevilen bestelerinden biriydi. Bu noktada, dikkate değer bir Zülfü Livaneli bestesini de anayım: “Yıkıcı Bir Aşk.” 1987 tarihli “Gökyüzü Herkesindir” albümünde yer alan ve sonradan dikkatimi çeken bu şarkı, Cemal Süreya’nın “Bu Bizimki” şiirinden: “Yıkıcı bir aşk bu, / Yıkıyor milletin ortasına / Tutku yükünü. // Bölücü bir aşk, / Ekmeği suyu bölüyor / Günde üç öğün. // Hain bir aşk bu, / Sizin eve hırsız girer / Onunkine polis.”

Memleketin kaderi: Polis, her yere giriyor. Sadece vurmuyor, yıkıyor. Cemal Süreya, bunu çok iyi biliyordu. Şiirlerinde, yazılarında hep söyledi. Polisi sevmedi. Kedileri köpeklere yeğ tutmasının sebebini dört kelimeyle şöyle özetler: “Çünkü polis kedisi olmaz.” Polisin de onu sevdiği söylenemez ama en azından öldürmedi. Cemal Süreya, vadesiyle ayrıldı aramızdan. Gençti, en verimli çağındaydı, kim bilir daha ne şiirler dizecekti ama olmadı. 

Cemal Süreya’yı ölümünün yirmi beşinci yılında andığımız gün, sessizce 12 insana ağladık ve acısını onlarınkine iliştirdik. Fransa’nın güçlü mizah dergisi Charlie Hebdo’nun basılması, önümüzdeki yılların karanlığını işaret ediyor. “Je Suis Charlie” dememiz, kalemlerimizi havaya kaldırmamız, içimizden “yazacağız/çizeceğiz” yemini etmemiz biraz da bundan. Karanlığı silah değil, kalem dağıtacak. Cemal Süreya, karanlığı dağıtanlardandı. 

Sonda anarım dedim, onu, “Kısa Memleket Tarihi”nin 3 numaralı bölümüyle uğurlayayım. Söz, Cemal Süreya’nın: “Türkiye’nin adı, / Soyadı yasasından beri / Atatürk adından / Soyutlanamadı: // 1930’lu yıllarda / Etitürkiye; // 1940’lı yıllarda / Atetürkiye; // 1950’li yıllarda Ûditürkiye; // 1960’lı yıllarda / Ötetürkiye; // 1970’li yıllarda, / Atatürkiye; // 1980’li yıllarda, / Adıtürkiye; // Mavi yolculuklar var bir de, / O yunani o güzel yolculukarda, / Hemen her zaman: / Adatürkiye.”

Bugünün “Yeni” Türkiye’sinde en çok Cemal Süreya’ya ihtiyacımız var ama o çeyrek asırdır bizden uzakta. Uzakta mı dedim? Hayır. Hep yanımızda. Daha yüzyıllarca öyle kalacak. Son şiirinde “Üstü kalsın” demişti. Kalmasın. Üstü bile memleketi yeniden yaşanır kılmaya muktedir. Rakı kadehleri onun için kalksın, pikaptan, dinlemeyi çok sevdiği akranı Zeki Müren’in sesi yükselsin. Şarkıyı siz seçin, “hayır” demeyecektir. Sevinecektir.