Ne kadar gözün kapalı, başın kanepenin sırtlığına dayalı durdun Allah bilir. Düşünceler beyninin içinde öyle dörtnala koşuyor ki, başın dönüyor, dayanamıyorsun. Gözünü açıp alıcı gözle etrafına bakıyorsun, gördüklerinin ederini hesaplamaya çalışıyorsun. Kafeyi olduğu gibi devretmeye kalksan kim alır?

Var mı sende o hüner?

HANDE ÇİĞDEMOĞLU

Sabah kalkmışsın, takvime baksan bahar, başını uzatırsın, pencereden gördüğün ıpıslak kasvetli bir kış. Çekersin bir of. Kahvaltı mahvaltı istemez, alırsın bir kahve. Memlekette ne var ne yok bakmalı. Uzun zamandır haberleri televizyondan izlemiyorsun. Güvendiğin gazeteyi de senin bakkal getirmiyor. İnternete girersin el mecbur. Bir iki gazete var bildiğin birkaç da haber sitesi, olmadı Twitter. Bakmadan duramazsın, durmadığına pişman olursun. Havanın kasveti bu kez ruhuna yayılır. Haberlerin adı değişir, aslı değişmez. Adaletsizlik, hukuksuzluk, cehalet, şiddet. Alışmanı mı istiyorlar acaba, bu yüzden mi öyle çok, öyle sık? Alışamazsın. Daha derin bir nefes alıp bir of daha çekersin. Biraz öykü okuyayım, belki birkaç şiir, deneme. Ne güzel şeyler üretiyor gençler, biraz içim açılır deyip ekranı kaydırmaya kalmadan pat kopuverir bağlantı. Eyvah internet faturasını ödemedin! Bir of daha çekmeye kalmadan içeriden kızın gelir. “Babaaa, net gitti dersim yarım kaldııı.” Ardından karın: “Hayatım internette sorun mu var? Tam toplantının ortasındaydık, bağlantı koptu.”

“Tamam, bakıyorum şimdi” der, faturayı ödemeyi unuttuğunu söylemek için zaman kazanırsın. Unutmadın hâlbuki paran yetişmedi. Bunu söylememeli. Karının kredi kartları kira, mutfak alışverişi, kızın ihtiyaçları derken nasıl da doldu, o demedi ama sen bildin, “Faturaları ben öderim” dedin. Dedin demesine de daha senesi dolmamış kafenin hali perperişan. Açsan bir türlü açmasan bir türlü. Oysa nasıl da umutluydun, karının o gamzeli gülüşünü düşünmüş, “Çukur Cafe” koymuştun adını. Yeni yetmeler o meşhur mafyalı diziye atıfta bulunduğunu sanıp toplaşmışlardı önceleri. Sonra duvarları kaplayan kitaplar, bodrumdan yükselen çekilmiş kahve kokusu, yaşlarının tutmadığı şarkılarla dolu bu yeri pek sevmemiş çabucak ayaklarını kesmişlerdi. Olsun, yine de idare eder kertedeydi işler. Dergi kapandıktan sonra nereye savrulacağını bilemeyen eski iş arkadaşların, bilgisayarını, kalemini, defterini koltuğunun altına sıkıştırıp gelen dostların, hâlâ bir işi olup çıkışta biraz kafa dinlendirmek isteyenler, tapuya gitmeden evrak imzalayanlar, bazen apartman toplantısı, birkaç sevgili buluşması derken işler fena gitmiyordu.

Sonra koptu pandemi denen pandomima. İşler zayıfladı önce, sonra masalar kalktı, paket servis falan çare olmadı. Bir ara tümden vurdun kilidi ekmek teknene, yaktığın elektriğe doğalgaza yazık. Sonra yarım kapasite, HES kodu falan derken açtın yine. Günler günleri, borçlar da senin peşini kovalıyor, olan bu! Kafeyi açarken çektiğin kredi, üstüne devlet babanın “Hadi hadi tamam sonra ödersin, ama borcun borç” yardımı, dükkânla evin kirası, kızın okul taksiti, üçe aldığının beş olduğu market ürünleri, yeme içme derken elde avuçta borçtan başka bir şey kalmadı işte.

Sonunda “Elektrik faturasını mı ödesem, internet faturasını mı?” deyip elektriği seçtiğini söylemeyeceksin kendine bile. Aklına geçenlerde yazmaya başladığın şiir geliyor.

Kendine söylediğinden sır mı olur?
Tut dilini, sık dişini
Yum gözünü akmasın gözündeki
Geldi ya, geçecek bugünler…

Hani editörünle konuşup kitabına ilave etmesini isteyecektin, bitirseydin şiiri. Öyle ya kitabın çıkacaktı senin, yayınevi ile sözleşmen falan tastamamdı. Kapanmamak için tüm baskıları durdurup, sonu belirsiz kış uykusuna yatan yayınevin...

“Babaaa, tamir ettin mi interneti?”

“Yok, kızım modemde bir sorun varmış, aldım tamire götürüyorum şimdi. Annene de söyle siz mobil ağdan girin ben çıkıyorum, halledeceğim.”

Kendini sokağa atıyorsun. Elinde tanesi 25 kuruşluk market poşeti, içinde sapasağlam modem, cebinde kafenin eline batan anahtarları. Açmayacaktın bugün, hafta içi hiç iş olmuyor, faydası zararından çok ama gidecek başka yerin de yok. Hava buz gibi. Montunun fermuarını çekip, bu kez hepsinden kuvvetli bir of çekiyorsun. “Ne gelmeyen baharmış.” Masken ağzına yapışıyor.

Arabayı almıyor, taksiye binmiyorsun. Dolmuş desen karın duysa kıyameti koparır, “Sakın binme, çok kalabalık, virüs kaparsın.” Neyse şuncacık yer zaten yürürsün. Etrafına bakıyorsun, bir film karesi gibi her şey. Yüzünde maske, ayaklarını sürüyerek oradan oraya giden, başları önde, omuzları yerde. bir dolu insan. Sen de başın önde, kimseye yaklaşmadan olabildiğince hızla yürüyor, yürüyorsun. Şu sokağı da döndün mü geldin işte.

Anahtarları hızlıca çevirip, kapıyı, açtığın hızla kapatıyorsun. Kapıdaki nazar boncuklu çan kopacak gibi şıngırdıyor. Nemli ve bayat bir koku çarpıyor yüzüne. İsteksiz bir müşteri gibi, girişteki nefti yeşil kanepeye yığılıyorsun. İkinci el eşya satan bir dükkândan almıştınız karınla, ne kadar beğenmişti. “Bir tane daha olsa keşke, eve alırdık” demişti. Elinle kanepenin eprimiş kumaşını okşuyorsun.

Ne kadar gözün kapalı, başın kanepenin sırtlığına dayalı durdun Allah bilir. Düşünceler beyninin içinde öyle dörtnala koşuyor ki, başın dönüyor, dayanamıyorsun. Gözünü açıp alıcı gözle etrafına bakıyorsun, gördüklerinin ederini hesaplamaya çalışıyorsun. Kafeyi olduğu gibi devretmeye kalksan kim alır? En iyisi, eşyaları tek tek satıp, olabildiğince günü kurtarmak. Hemen internete koymalı, fiyatını da olurlu tuttun mu, en azından günahını kurtarır. Kahve makinası, değirmen, fincanlar, camlı tatlı dolabı, çuvalın sonundaki birkaç kilo kahve çekirdeği, üç masa, sandalyeler, bir kanepe, iki koltuk, sehpalar, kitaplık. Kitaplık, kitaplar, kitapların… Kıyılmaz onlara. Bir kısmını evden, bir kısmını dergiden getirmiş, özenle dizmiştin kendin çaktığın tahta rafa. Nadir de olsa kimi elini uzatıverir birini çekip alır sayfalarına dokunur. Keyfin kahveninkine karışır, ortalığı aromalı bir coşku kaplar. Öyle izlersin bir gözün bir satıra değdiği anı. Kimi okumaya dalar, kimi sayfalarını karıştırıp yerine koyar, kimi sehpaya koyup fotoğrafını çeker.

Şimdi sen de elini atıyorsun işte. Başını çevirmeden rastgele birini çekip alıyorsun. Yazarını görünce içine bir sıcaklık yayılıyor. Sayfaları başparmağınla havalandırıp kokusunu içine çekiyor, bir sayfada duruyorsun. Başlıyorsun okumaya:

“Hangi kötü ortamda ve kötü koşulda olursam olayım örneğin eski Emniyet Müdürlüğü'nün hücrelerinde, cezaevi koğuşlarında, zindanlarında, kapalı denilen tek kişilik yerlerinde ve bu askeri tutukevinin hücrelerinde, bunlardan da kötü yerlerde ve koşullarda, hep çalışmak tek gücümdür…

Her ortamda ve her koşulda çalışabilirim. Ancak içinde bulunmak zorunda kaldığım o kötü ortamı, o dar mekânı bile olanaklarımın elverdiğince güzelleştirmem, değiştirmem gerekir. Pis ve dar bir hücre güzelleştirilebilir, genişletilebilir mi? Evet… Fizik olarak değil ama ruhsal olarak içindekine bu etkiyi yapabilir. Neyle, nasıl yapabilirim bunu? Her şeyle. Cıgara kutularıyla, kibrit çöpleriyle, cıgara kutularından çıkan yaldızlı kâğıtlarla, ilaç kutuları ve şişeleriyle, paketlerin ipleriyle, zarflardan çıkarılan pullarla, kibrit kutularıyla ve daha nelerle duvarlara resimler, süsler yaparım, yazılar yazarım. Akla gelen gelmeyen her şeyi kullanarak bu resim ve süslemelere her gün ekler yaparım. Vee bol bol dalga geçerim. Bir zaman sonra darlık genişler, kapalılık açılır ve bu değişen (değiştirdiğim) ortamda artık sürekli çalışabilirim.

Bu anlattığım haksız olarak cezaevinde yatarken bile mutlu olma hüneridir.”

Omuzuna, bir ağabey, bir baba, bir öğretmen eli değmiştir. Kitabın kapatır, kapağında yazan isme minnetle bakarsın. Aziz Nesin. Kulağına incecik sesi gelir:

“Haydi bakalım oğlum, göster kendini. Var mı sende o hüner?”

Yine derin bir nefes alırsın, ama bu kez “of”suz. Oturduğun yerden kalkar, önce kapıyı ve pencereleri açarsın. İçeri tertemiz bir hava girer.