Özcan Yılmaz'ın Notos Kitap'tan çıkan son öykü kitabı Akıp Giden Günlerimiz'deki karakterler, içinde bulundukları çevreyle paralel hayatlar yaşayan ve kendi dünyalarının dışına çıkamadan var olmaya çalışan aykırı bireyler.

Var olmaya çalışan aykırı bireyler

KADİR IŞIK

Notos Kitap’tan yayımlanan Özcan Yılmaz’ın ilk kitabı ‘Akıp Giden Günlerimiz’ son zamanlarda okuduğum öykü kitapları içinde farklı bir yerde. Yazarın dili, mesafeli anlatımı ve öykülerin kurgusu kitapla bütünlük oluşturuyor. Karakterleri, içinde bulundukları çevreyle paralel hayatlar yaşayan ve kendi dünyalarının dışına çıkamadan var olmaya çalışan aykırı bireyler. Aslında onlarla günlük hayatın içinde iletişim halindeyiz, genellikle farkında olmadığımız ya da görmek istemediğimiz kişiler ama edebiyatta, sinemada, tiyatroda ya da sanatın başka dallarında sürekli karşımıza çıkıyorlar.

Kitabın ilk öyküsü Adamın Köpeği, okuru bir av sahnesi heyecanıyla peşinden sürüklüyor. Ana karakteri, ailesini geride bırakıp bir adada, doğduğu, yürümeyi, koşmayı öğrendiği çocukluğunun dağ kulübesinde köpeğiyle yaşıyor. Bilinmeyen, anlatıcının muğlak tarifi üzerinden aklımızda beliren canavarın peşinde. Canavarın onu yaraladığı günün gecesinde köpeği Punto öldürülür. Bir ada, adada bir köy. Köyde kalanların tamamı yaşlı, tek genç köyün çobanı. Köylünün hayvanına musallat olan bir de canavar. Ve tepedeki taş evde oturan emekli komutan. Geri planda bir acı olarak zaman zaman kendini gösteren anlatıcının ailesi, öyküde belli belirsiz görünür oluyor. Yazar öykülerinin satır aralarına gerçeği sıkıştırmış, alt metinde okura göz kırpıyor. Anlatıcı, emekli albay, çoban ve aşağı köyden bir delikanlıyla oluşturulan dört kişilik ekip canavarın peşine düşer. Çok yönlü, okuru kendinde tutan, yoğun bir merak uyandıran, sade anlatımı ve etkili diliyle kitabın en hareketli öyküsü.


Çok Güzel Olmayan Öyküler’de anlatıcı, Rene ve Derya arasında kurulan bağ bir süre sonra onları bir araya getiriyor. Kendini yorumcu olarak tanıtan anlatıcı, bir zamanların öykü yazarı, Derya’ya ilgi duyuyor. Derya ise geçmişte öykü yazmaya çalışan ama beceremeyince anlatıcı olmaya karar veren biri. Üçünün hayatı sahnede, barda, sokaklarda kesişiyor. Üçü de bir yerde hikâye anlatıcısı, öykü içinde birbirlerine anlattıkları hikayeler okurun ilgisini ortamdan uzaklaştırıyor.

ÖLÜMLE YAŞAM İÇ İÇE

Nedim Şair Olmak İstiyor öyküsünün ilk paragrafında, bir ilişkinin çatısı oturtulmuş. Yılmaz’ın kaleminden çıkan ilk paragraf öykü içindeki bir başka öykü gibi sanki. Gerisi ayrıntılara yüklenmiş. Az cümleyle çok şeyin anlatılması yazarın kelimelere yüklediği birden fazla anlamla mümkün oluyor. Özürlü olma ihtimali yüksek anne karnında bir bebek, şair olmak isteyen bir baba ve hem öğretmen hem anne olmak isteyen bir kadın arasında yaşanan olaylar. Doğacak çocuğun yaşamı ya da ölümü üzerine karar aşamasında karı koca, iç çatışmalar ve dış etkenler üzerinde kurulan bir ilişkinin sıkıştığı noktalar, girdiği çıkmazlar. Nedim, yazarın öbür öykü karakterlerinden farklı değil, olmak istediğini olamayan, birçok şeyi boş vermek isterken sürekli üzerine sorumluluk yüklenen biri. Her öykü, yazarından parçalar taşır diye düşündüğümde, bazen yazarın hayatını, yaşamda durduğu yeri elimde olmadan merak ediyorum. Çünkü iç sesiyle dış sesi ya da hayatla kurmaya çalıştığı ilişki ile içinde bulunduğu mecburi ilişki arasında bariz farklılıklar göze çarpıyor.

Yatak Odamızdaki Yuva adlı öykü, merkezinde bir kadın, erkek ve evlilik, ilişki üzerine kurgulanmış bir hüzün barındırıyor. Tedaviyi olmayı reddetmiş kanser hastası bir kadın, son gününü Nemrut’ta, gün doğumunda geçiriyor. Yılmaz’ın öykülerinde ölüm ve yaşam iç içe, sanki mutluluk acının içine gizlenmiş bir inci, göze batmadan okurun gözünde hep hüzünle beliriyor. Bütün karakterler ailenin içine sıkışmış, oradan ne dışarı çıkabiliyorlar ne de içinde var olabiliyorlar, her şeyin dışında, kendi içlerinde kocaman bir yalnızlık barındırıyorlar. Zoraki ilişkiler, istenmeyen çocuklar, kısaca, doğanın ritmine aykırı yaşamlar, bir zamanlar alınmış, alınmaya devam eden zor, tek taraflı kararlar, asla sağlanamayan uyum. Yaşam en sade, en güzel, en uyumsuz, en çirkin yanlarıyla Yılmaz’ın öykülerinde yeniden kurgulanıyor.

BENZER VE BAĞIMSIZ

Otobüslerin Vardığı Yer adlı öykü çatışmalı, ilmek ilmek dokunmuş bir öykü. Melek Hanım ve Serdar Beyin tükenmiş evlilikleri ve iyi vatandaş olma halleri…

Yazar bu öyküde aile ilişkilerini çocuklar üzerinden siyasi bakış açısıyla sorguluyor. Anne-babası tarafından onaylanmayan bir evlilik yapan kızın durumu, babanın, çevrenin etkisiyle sürdürdüğü yaşamı ve sonunda her şeyin yasadışı bir hâl alması.

Beni Burada Bekle öyküsünde yazar, insanın ruh hali üzerine yoğunlaşmadan, ayrıntılarda kaybolmadan ya da duygu belirten kelimelerden uzak durarak sadece kişinin davranışları, oluşturulan mekân ve soğuk ilişkiler üzerinden insanın kendinde görmek istemediği yanlarını ortaya çıkarıyor. “Karanlık bir odada, tadilat isteyen bir lokantanın üstünde, tahta pencerelerin sızdırdığı rüzgârın sesi eşliğinde, uykuda ya da değil, hatırladıkları var; daha fazla tuzlu su, birkaç tedbirli sörfçü, arada bir eğrilen ufuk çizgisi.” diyor. Özcan Yılmaz’ın öykü karakterlerinin birbirine benzerliği şaşırtıcı, aynı zamanda birbirlerinden bağımsız, aynı karakterin farklı yanlarını okuyormuşuz hissine kapılıyoruz. En belirgin özellikleri uyumsuz olmaları, bu hâllerinin farkındalar ve bunu düzeltmek değil de daha çok bozmak için yaşıyorlar sanki. Gene bir aile hikâyesi, gene tartışan, anlaşamayan, farklı kişilikler…

İşe Yaramanın Onca Hali’ni okurken anlatıcının tarif ettiği hayatı biliyormuşum duygusuna kapıldım. Herkesin istediği gibi olmaya çalışırken aynı zamanda kendini arayan ve gerçekten kendi olabilen aylak, lüzumsuz, niteliksiz bir adamın uzun, bitmeyen hayatının kısa bir özeti. Ayrıntılar, geride kalan kocaman bir yaşanmışlığa ışık tutuyor. Çağımızın gönüllü Oblomov’u, kalabalığın arasına sıkışmış, nefes almaya çalışan biri. “Nereye gidersem gideyim, uzaklaşamıyorum” diyor bir yerde. En kötüsü, karakterin içinde bulunduğu durumun farkında olması, uyumsuzluğunu görebilmesi ama içinden çıkamaması.

Ana karakter de işe yaramanın bütün hallerinden geçiyor, bazen patrona yalakalık yapıyor, bazen karısına kompliman, bazen babasına sevimlilik ama kendinden uzaklaştığı an acı çekiyor. Mutlu değil. Anlatıcı, işten işe geçiş yapan farklı bir karakter, oysa toplum dışındaki karakterler birçok noktada hayata dokunuyor ama kendi hayatlarını bir türlü toplum normlarının içine sokamıyorlar. Asıl kavga bu noktada başlıyor ve devam ediyor.

Bir kitapta altı çizili çok sayıda süslü cümle varsa o kitap okunmaya değmez diye bir yargıyı yıllar önce bir yerlerden okuduğumu hatırlıyorum. Altı çizilecek cümlelerin bulunmadığı ama tek bir cümle eksik olsa hikâyesi yarım kalacak metinlerden oluşan bir kitap, ‘Akıp Giden Günlerimiz’.