“Roma vatandaşı olmak, Roma’nın hukuk sisteminin bir garantörü, koruyucusu, yasamacısı ve uygulayıcısı olmak demekti.” Başka deyişle vatandaş ve vatandaşlık bilinci hukuk sisteminin asli unsurudur. Antik Yunan’da da durum çoğu kere böyleydi.

Vatandaş ve vatandaşlık üzerine

DR. C. CENGİZ ÇEVİK

Vatandaş olmak ne anlama geliyor? Bu soruya birçok cevap verilebilir, ancak antik ve modern dünyaya özgü vatandaşlık kavram ve örnekleri, cevap olarak zihnimde tek bir sözcüğü uyandırıyor: “Sorumluluk.” Doğduğumuz ülkede kayda geçirildiğimizde, bize isteğimiz dışında ve ülkenin lehine bir sorumluluk yüklenmiş oluyor. Elbette, olgunlaştığımızda dilersek ve uygun görülürsek başka ülkelerin vatandaşlığına geçebiliriz ama her koşulda bizden sorumlu bir vatandaş olmamız, öngörülen görevleri yerine getirmemiz beklenir. Bu beklenti toplumun esenliği içindir. Nehru’ya atfedilen ama dünyanın her yerindeki birçok politikacı tarafından da tekrar edilen vatandaşlığın “ülkeye hizmet” olarak açıklanışı kaçınılmaz olarak doğrudan birey odaklı değil, devlet ve onun aracılığıyla toplum odaklı bir sorumluluk anlayışını ifade eder.

Hilmi Ziya Ülken 1933 tarihli İnsanî Vatanperverlik kitabının bir yerinde (s.73) şöyle diyor: “Halk korku ahlâkındadır, vatandaş ümit ahlâkındadır, vatanperver gurur ahlâkındadır, insani vatanperver ise aşk ahlâkındadır.” Ülken halk olmanın yetmediği bir düşünce zeminine işaret ediyor, gerçekten de vatanperver ve insanî vatanperver olmak şöyle dursun, yaşadığı toplumun işleyişine katılmayan, sorumluluk almayan, eleştirmeyen ve aklını çalıştırmayan bir vatandaş olur mu? Bu soru üzerine düşünürken antik dünyaya pencere açalım ama önce etimolojik bir açıklama yapalım. Yunancada “vatandaş” anlamındaki πολίτης’ten (politês) türeyen ve Platon başta olmak üzere birçok filozofun eserinin adı olan πολιτεία (politeia) “vatandaşın statüsü, hakları, vatandaşlık, vatandaşın yaşamı, vatandaşlar sistemi, topluluğu, devlet adamının yaşamı ve işi, yönetim, hükümet, devlet sistemi, politik rejim” anlamlarındadır. Latincedeki “vatandaş” anlamındaki civis’ten türeyen civitas’ı da Roma’nın kendine has koşullarını göz önünde tutarak bu minvalde düşünelim, bu durumda πολιτεία ve civitas ile “kent sakini değil”, vatandaş ve dolayısıyla politik öğe olma hali akla gelmeli. Başka deyişle vatandaş politik bir kimliğe sahip olmaktan kaçamaz. Nitekim Sarah H. Davies’in son dönemde çok yararlandığım ‘Rome, Global Dreams, and the International Origins of an Empire’ başlıklı kitabının bir yerinde şöyle diyor: “Roma vatandaşı olmak, Roma’nın hukuk sisteminin bir garantörü, koruyucusu, yasamacısı ve uygulayıcısı olmak demekti.” Başka deyişle vatandaş ve vatandaşlık bilinci hukuk sisteminin asli unsurudur. Antik Yunan’da da durum çoğu kere böyleydi. Kent-devletlerin vatandaşlarına yasalara uyma, kent tanrılarına tapma, askerlik yapma ve vergi yerine geçen parasal destek sağlama gibi sorumluluklar yüklediğini biliyoruz. Bunun karşılığında vatandaşlar duruma göre toprak sahibi olabiliyor, halk meclisi üyesi olarak yasa yapımına, memur atamalarına ve mahkemelerdeki kimi duruşmalara dair fikir beyan edebiliyordu. (Elbette, burada erkeklerin vatandaşlığından bahsediyoruz; kadınların, politik hakları olmadığından, sadece erkeklere tanınan vatandaşlık haklarından yararlanmaları mümkün değildi.) O halde vatandaşın temelde devletle kendi politik veya toplumsal kimliğinden kaynaklanan karşılıklı bir alışveriş içinde olduğunu söyleyebiliriz, vatandaş topluma karıştığı ve onun varlığını sürdürmesine katkı sağladığı ölçüde vatandaş olarak kalabilir ve haklarından yararlanabilir. Bu bir arada yaşayabilmek için sorumluluk almak gerektiğini varsayan insanlığın akli bir buluşudur.

Şerif Mardin İdeoloji kitabında “Vasat vatandaş evrenini bir ‘felsefe’ haline getirmez” der (s.97), o halde biz vasat vatandaş yerine evrenini felsefe haline getirebilmiş olan Herakleitos’a yüzümüzü dönelim. Onun “insanlar (=vatandaşlar) kentin surları için olduğu kadar yasalar için de savaşmalıdır” demesi (Diog. Laert. 9.2) yukarıda söz ettiğimiz insanlığın aklî buluşuyla ilgilidir, zira o uyumlu birlikteliği mümkün kılan toplumsal yasaları evrende gördüğü tanrısal akla yani logos’a dayandırıyordu. Herakleitos münzevi bir filozoftu ama vatandaşları sorumluluk almaya davet ediyordu. Homeros’un mitolojik dünyasında tanrıların insanların işlerine fazlaca müdahil olmasından rahatsız olan filozof, çoğunluğu halk ozanlarına ve onlar aracılığıyla batıl inanışlara kapılmış olmakla itham ediyordu. Bu, Herakleitos’un bağlamında bir ölçüde aristokratik bir eleştiridir ve insanları politik sorumluluktan veya vatandaşlık bilincinden uzaklaşmış olmakla itham etmek anlamına da gelir. Bu yüzden hemşerileri olan Ephesosluların yapabileceği en iyi şeyin yaşamlarına son vermek veya kenti çocuklara bırakmak olduğunu (Diog. Laert. 9.1) söyler, vatandaşların iyi yönde değişebileceklerine inanmaz, umutsuzdur.

Ksenophanes de Herakleitos gibi umutsuzdur (Herakleitos’un Ksenophanes’ten etkilenmiş olabileceği düşünülmektedir), sadece vatandaşların tanrılarla ilgili uydurmalara kapılmış olmasını değil, aynı zamanda toplumsal tercihlerini de eleştirir. Örneğin onun döneminde de sporcular halkın göz bebeğiydi; kuşkusuz onun dönemindeki sporcular ülkemizde olduğu gibi, sıfır sportif başarıya rağmen halkın cebinden karşılanan primlerle ceplerini doldurmuyordu. Ancak sporcuların yemeklerinin halkın parasından karşılanması, hediyeler almaları, sportif başarılarının veya fiziksel görünümlerinin aşırı yüceltilmesi Ksenophanes’i rahatsız etmeye yetiyordu. Bu yüzden bir şiirinde sporcuların bilgelerden daha fazla sevilmesini eleştirir ve şöyle der:

“Kent onun (sporcunun) sayesinde daha iyi yönetilen bir yer olmayacak.

Belki duyduğu haz az olur kentin,

biri Pisa’nın kıyılarındaki müsabakalarda zafer kazanırsa,

ama bu doldurmaz kentin ambarlarını.” (Ath. 10.6 413F)

Ünlü felsefe tarihçisi Guthrie, Yunan Felsefe Tarihi 1’de Ksenophanes’in yukarıdaki dizelerini yorumlarken yoksul sınıfı yanına çekmeye çalışan tiranların kendi yarışlarını kazanmak için sportif başarıları önemsediğini söyler. Öyle ya, yoksul olduklarını unutmaları gerekir, ortada sportif bir başarı olsun ya da olmasın, yoksullara bir birey ve sorumlu birer vatandaş olduklarını unutturacak bir malzeme gerek! Bu malzemeden geçici ve sahte bir mutluluk vermesi beklenir. Nitekim Sokrates de sporcuların insanların görünüşte mutlu olmasını sağlarken, kendisinin (elbette bir bilge olarak!) onları gerçekten mutlu ettiğini söyler (Platon, Ap. 36d). Yunan edebiyatı ve felsefesinde gerçek mutluluk ile sahte mutluluk arasındaki ayrımdan sıklıkla söz edilmesi boşuna değildir. Çünkü gerçek mutluluk gerçek iyilikle, geçici olarak avutan sahte mutluluk ise gerçek kötülükle ilgilidir. Aynı minvalde Euripides’in drama fragmanlarından birinin başında da (Fr. 282) Yunanistan’daki sayısız kötülük içindeki en kötü şeyin sporcular olduğu söylenir. Fragmanın sonuna doğru sporculara verilen yaprak ve çelengin aslında bilge ve cesur insanlara verilmesi gerektiği belirtilerek kent için gerçek iyiliğin burada olduğu söylenir.

O halde gerçek iyilik kentin ambarlarını olduğu kadar, düne, bugüne ve yarına dair bilgi ambarımızı da doldurma potansiyeli bulunan bilgelerin yaşamasında ve yaşatılmasındadır. Sorgulayan zihinleri bastırmak, barınamaz, düşünemez ve konuşamaz hale getirmek sorumluluktan kaçmayı adet haline getiren bir nesil meydana getirir. Vatandaşlık bilincine bundan daha büyük bir zarar verilemez. “Vatandaş politik bir kimliğe sahip olmaktan kaçamaz” demiştik, dolayısıyla türlü sorunlar karşısında ve “dünya vatandaşı” olma yolunda kendimiz de dahil olmak üzere herkese vatandaşlık sorumluluklarının hatırlatılması en büyük meselemiz olmalı.