Şirin “Köy Enstitüleri, Eğitim Şurası, fen ve Anadolu liselerinin her biri dünyada model. Köy Enstitüleri bugün dünyada Finlandiya modeli denilen modelinin ilk ulusal uygulamasıdır. O teoriyi yazan John Dewey bile Köy Enstitüleri’ne şaşırıyor” diyor.

Ya adalet ya sefalet
Fotoğraf: BirGün

Sercan Meriç

Uzun yıllardır ABD’de akademik çalışmalarını sürdüren Prof. Dr. Selçuk Şirin, Doğan Kitap tarafından yayınlanan son kitabı “Ya Adalet Ya Sefalet / Daha Yaşanır Bir Türkiye İçin 7 Mesele 7 Reçete”de istihdamdan barınmaya, sağlıktan eğitime dek birçok konuda Türkiye’nin en önemli sorunlarını kaleme aldı. Zengin verilerin ve tanıklıkların da yer aldığı kitabı konuşmak için Şirin ile bir araya geldik ve uzun bir söyleşi gerçekleştirdik. Söyleşinin tamamı da BirGün TV YouTube hesabında izleyicilerle buluştu.

Önsözde “Hiçbir kitap beni bu kadar yormadı” diyorsunuz. Nasıl bir zorluğu vardı bu kitabı hazırlamanın?

Yol Ayrımındaki Türkiye kitabını yenilemek için yola çıktım. Baktım ki yenilenecek gibi değil. 7 Haziran 2015’ten önce yazmıştım kitabı. O tarihten sonra bütün verilerde kırılma var. Paradigma değişmiş. 7 Haziran öncesinde Türkiye'nin bir numaralı sorunu özgürlüğün olmamasıydı. Gezi'den hemen sonraki süreçten söz ediyorum. Şimdi gelinen noktada daha geriye gittiğimiz için yasal güvenceden yoksun olmak bir numaralı sorunumuz. Kurallar toplumu olmaktan uzaklaşmışız. Dolayısıyla adaleti ön plana çıkarttım. Aslında 7 tane kitap var bunun içinde sonuç itibarıyla.

“Adalet demek, sofradaki ekmek demek” diyorsunuz. Türkiye gelir adaletsizliğinin en çok olduğu üç ülkeden birisi. Adaletsizlik ekonomiden sosyal politikalara nasıl etki ediyor?

İlkel toplumdan medeniyete ulaşma süreçlerini incelediğiniz zaman belli bir noktada toplumsal sözleşmeye ihtiyaç var. Burada adaletten kasıt o toplumsal sözleşme. Bu olmadığı zaman güçlü olanın, iktidarda olanın, elinde sopa olanın dediği oluyor. Bunun tabii her alana yansıması oluyor. İstihdam birinci sorun. Hak ettiğini almak istiyor. Eğer adalet yoksa hak ettiğini alamıyor. Hak ettiğini alamayanların sayısı arttıkça da başkaları da onu görüyor ve toplumsal bir bellek oluşuyor. O zaman çalışma verimi azalıyor. O zaman işte üretkenlik azalıyor. O zaman yoksulluk artıyor. Kavga, gürültü artıyor.

Sadece işsizlik değil, kaliteli istihdam sorunu da Türkiye’nin en büyük problemlerinden değil mi?

İstihdam olarak baktığınız zaman Türkiye'de çalışma çağındaki nüfusun sadece yarısından azı çalışıyor. Dünyada böyle gelişen bir ülke yok. Çoğu insan çalışmıyor Türkiye'de. Bunun da en yoğun olduğu iki grup gençler ve kadınlar. Son 20-30 yılda Türkiye'de kadınların eğitime katılım oranı ciddi bir şekilde artmış durumda. Çok eğitimli bir kadın nüfusumuz var. Eğitimde makas kapandı ama istihdamda açıldı. Yani bu bir tezat. Üç gençten bir tanesi ne işte ne okulda ne kursta ne sporda... Türkiye'nin yetiştirdiği en iyi kuşak evde oturuyor şu anda. Kadınların iş gücüne katılım oranı ise yüzde 30 civarında. OECD ülkeleri arasında son sıradayız.

Peki, bu alandaki sorunu nasıl çözebiliriz?

Türkiye’nin istihdama katılımı arttırdığı iki tane çok özel dönem var. Türkiye Cumhuriyeti'nin başlangıcında istihdam 2-3 kat birden artıyor. 1960-1980 arasında sanayi istihdamı 2 kat artıyor. İkisi de planlı ekonomi döneminde olmuş. 1960’arın başında Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) kuruluyor ve Türkiye planlı kalkınmaya geçiyor. Kaliteli işi bütün Türkiye’ye yaymayı amaçlıyorlar. Süleyman Demirel'in ilk hükümet başkanlığı döneminde bu uygulanıyor. Birkaç kez seçildikten sonra Demirel, DPT uzmanlarının olduğu bir toplantıda 5 yıllık kalkınma planını bir tarafa itiyor. Bugün İstanbul'da, Kocaeli'de, Kırıkkale'de yaşadığımız bütün sorunun sebebi işte o toplantı. Daha sonra nüfus bu bölgeye kayıyor. Türkiye hiçbir modern ülkenin yaşayamayacağı bir şekilde 1,5 kuşakta yüzde 70’i kırda yaşayan bir ülke olmaktan çıkıyor, yüzde 90’ı kentlerde yaşayan bir ülkeye dönüşüyor. Böyle olunca da barınma krizi ortaya çıkıyor. Normalde Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde istihdam yaratılırken, barınma sorunu da planlanmış. O dönem kurulan fabrikaların hepsi kampüs sistemi. Fabrikanın yanına evler, spor tesisleri, kültürel tesisler kuruluyor. O kadar geniş, zengin bir ekosistem ki! Şu an Türkiye'de tanıdığınız pek çok sanatçı, sporcu oralardan yetişiyor. Sınıf farkı kültürel olarak en azından ortadan kalkıyor. Ondan sonraki süreçte bu terk edilince gecekondular başlıyor. Bu meselelerin hepsi birbiriyle ilintili.

TOKİ, Emlak ve Eytam Bankası gibi kuruluşlar da aslında bu barınma sorunu yaşanmasın diye kurulan kurumlar…

“Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir” sözü bir atasözü değilmiş meğer. Kimsesizler için banka kurulmuş. Emlak Konut GYO’ya kurum kimsesizler için kuruluyor. O dönemde evler yapmaya başlıyor. O zaman da göç oluyor. Bulgaristan'dan gelenlere evler yapılmış, Erzincan depreminden sonra evler yapılmış. 1970’lerin sonuna doğru TOKİ kuruluyor. Yoksullara, dar gelirlilere, sabit gelirlere ciddi miktarda evler yapılıyor. Geldiğimiz noktada bu iki kurum da varlıklı kesime ev yapan müteahhit şirketine dönüşmüş durumda.

Varını yoğunu inşaata yatıran bir ülkede bu kadar derin bir barınma krizi nasıl doğuyor?

Demografik olarak ortada bir realite var. Türkiye'de her sene yaklaşık 500 bin civarında yeni evlenme oluyor. Bu eskiden de olan bir şey. Son yıllarda değişen birkaç realite var. Bir tanesi boşanmalar. Türkiye'de boşanma sayısı hızla artıyor. Her sene 100 bin insan boşanıyor. Boşanınca tabii ev talebi de artıyor. Başka ne var? Birkaç yıl önce üniversite sınavlarında barajı kaldırdık. Herkes üniversiteli oluyor. Bunların bir yerde barınması lazım. Çoğu da evi terk etmek için üniversiteye gidiyor. Her yıl 750 bin ev lazım. Üretilen ev en iyi yıllarda bile 600 bin civarında. Üretilen evlerin niteliğiyle talep edilen evlerin niteliği aynı değil. Evler varlıklı kesim için üretiliyor.

Çözüm önerilerinizden birisi de konutun yatırım aracı niteliğinden çıkarılması gerektiğine yönelik…

New York'ta 5 katlı binayı 10 kata çıkartmanız yılları alıyor. Belediyeye para veriyorsunuz ve belediyeye verdiğiniz o para kamu hizmetinde kullanıyor. Belediye diyor ki, “Yapacağın binanın yüzde 25’i dar gelirliler için olacak.” Ayrıca boş evlerle ilgili vergiler artırılıyor. Dolayısıyla insanların ev toplamasını ve boşta ev tutmasını cezalandırmanız lazım. Mesela Kanada’da yabancıya ev satışı durduruldu. Türkiye'de en çok barınma krizi İstanbul, Antalya ve Bodrum çevresinde var. Antalya'da özellikle yabancılar bir numaralı alıcı.

Peki hocam sağlık alanına geçelim… “Uluslararası kıyaslamalarda en iyi olduğumuz alan” tespitini yapıyorsunuz. Sağlıkta durum nasıl ilerliyor?

Sağlık, güzel başlamış bir hikaye. Çünkü çok iyi doktorlar, hemşireler, sağlık teknisyenlerini yetiştirmişiz. Refik Saydam döneminde sağlam bir altyapı kuruluyor. Koruyucu hekimlik gelişiyor. Ankara'da İstanbul'da tıp fakülteleri kuruluyor. Uzunca bir süre fen ve Anadolu liseleri marka okullardı. OECD'de az kişi başı sağlık harcaması en düşük olan ülke Türkiye ama en iyi olduğumuz alan yine sağlık. Türk Tabipleri Birliği de yıllardır sağlıkta özelleştirmeye karşı bir direnç gösterdi. Geldiğimiz nokta itibariyle ortada çok iyi yetişmiş hekim kuşağı var. Peki, biz bunlara nasıl teşekkür ediyoruz?

Şiddet uygulayarak ya da “Giderlerse gitsinler” diyerek...

İnanılır gibi değil. Bir müteahhit mantığı var. Nesne olarak görüyor. Bir doktorun yetişmesinin bedeli bir milyon dolar. Kamucu çerçeveyi korumak, şiddete son vermek, sağlık çalışanlarına iade-i itibarda bulunmak, sağlık ve bilim eğitimine öncelik vermek problemlerin çözümü...

Eğitim alanında nasıl bir tabloyla karşı karşıyayız? Vahim noktalardan birisi PISA'ya verilerine göre Türkiye dünyada çocuklarını en iyi yetiştiren 40 ülke arasında yer almıyor…

Köy Enstitüleri, Eğitim Şurası, fen ve Anadolu liselerinin her biri dünyada model. Köy Enstitüleri bugün dünyada Finlandiya modeli denilen modelinin ilk ulusal uygulamasıdır. O teoriyi yazan John Dewey bile Köy Enstitüleri’ne şaşırıyor. Fakat hepsi kısa dönemli olmuş. Sistem olmayınca böyle oluyor. Dolayısıyla vurguyu eğitimde de ben adalete yapıyorum. “Sabah kalktım aklıma bir şey geldi, hadi reform yapalım” diyerek bu iş yürümez.

***

1 MİLYON KİTAP PROJESİ

1 Milyon Kitap projesinin amacı çok basit. Bir Robin Hood projesi. Her sene yılda 2 milyon çocuk doğuyor. Bunların yarısı okul öncesinde kitapla tanışıyor. Böyle olunca çocuk 6-7 yaşına geldiği zaman kendisini ifade edebiliyor. Öğretmenin dediğini anlıyor. Geriye kalan bir milyon çocuk, kitaplıkla ilk defa okula başladığı gün tanışıyor. Şimdi bir tarafta kelime haznesi gelişmiş bir grup var. Öbür tarafta gelişiminin kritik olduğu dönemde kitaptan uzak bir grup var. İki grup arasındaki makası kapatmadan Türkiye'de başta eğitim olmak üzere hiçbir sorunumuzu çözemeyiz. 1 Milyon Kitap projesinin amacı bir milyonluk gruba ücretsiz kitap dağıtmak. Bunlar bebek kitapları.