Neyse, biz yine dönelim Pandora’nın Kutusu’na, pardon seçim sandığına. Seçim odaklı filmlerde, ne olur? Elbette, hile olur, ayak oyunları olur, karmaşa olur, şamata olur

Ya kayyumlar, yönetmen olsaydı

ALPER TURGUT

Seçim günü, seçim odaklı filmleri yazarak, şansımı zorlamak (konuyu, meseleyi, mevzuyu zorlamak da olur) istiyorum. Eskiden mahallede büyüklerimiz, ahali geçim derdinde, seçim de neymiş? diyerek, burun kıvırırlardı, sonra da tıpış tıpış sandığa gider ve oylarını atarlardı. Durun! Kimse kıpırdamasın, şimdi aklıma geldi. Aslında tatil filmlerini de yazabilirdim. Çünkü sosyal medyada, bugün tatilde olanlara, resmen savaş açılmış durumda. Tatile gidersen küserim, valla konuşmam bir daha, seni arkadaş listemden atarım (ne büyük bir yıkım), neeee tatil mi?, tatil demeyin, katil olacağım (bunu yazanı da gördüm ya, gam yemem artık) vesaire vesaire. Bakın, tatil dedim, oy atmayacağım diyenler zaten, direkt hedef tahtasında… Rey-Men’ler ve Rey-Girl’ler (kadın demedim, kadınların yaşı sorulmaz, onların yaşı yoktur, her kadın, genç kızdır), çok kararlı ve öfkeliler, onlarda karavana da yok, vururlar tam 12’den, inanın, gözünüzün yaşına bakmazlar. Evet, canım efendim, memlekette devrim filan olacağı yok, yani uzunca bir süre olmaz gibi, yoksa olur mu ya, kendimden bile emin olamadım, ülkeden ve insanlarından nasıl olayım, yurt, yurt değil ki, bildiğiniz tuhafiye dükkanı gibi, harbiden tuhaf yani… Üstelik şaşırmak bize uğramaz oldu, yerkürenin başka bir yerinde, normal insanlar, şaşkınlıktan şaşı kalır, biz, aman bu da bir şey mi canım diyerek, gündem manyaklığımıza devam ediyoruz. Özetle; her türlü alengirli şey olabilir, devrim bile. Mümkündür.

Hayda! Kayyum filmleri, hayli ilginç olabilirdi. Bakın çok enteresan, kayyum filmleri diye bir şey yok. İnsan bazen hayret ediyor. Hem kayyum, bir gazeteyi, bir günde, havuza sokuyorsa, kesinlikle sihirbaz gibi bir şeydir. Filmi olsa, bu becerikli arkadaşlar, beyazperdeyi, kapkara perde de yapabilirler, tam da bu yüzden, kayyumlar, bari yönetmen olmasınlar diyor ve geçiyoruz. Hala mevzuya giremedi eleman diyorsunuz, bir ihtimal. Oy vermenizi bekliyorum, oylarınızı kime atacağınıza karışmam, lakin kime atmayacağınız konusu, çok önemli ve değerli. Pişman olmamak için, sandığa gidin, sonra devam edersiniz okumaya, ben de arada bu yazıyı nasıl toparlayabileceğimi düşüneyim. Şaka yapmıyorum, öyle böyle değil, iyice dağıttık.

Neyse, biz yine dönelim Pandora’nın Kutusu’na, pardon seçim sandığına. Seçim odaklı filmlerde, ne olur? Elbette, hile olur, ayak oyunları olur, karmaşa olur, şamata olur, şaşaa olur, itinayla hak yenir, hakkı olan kazanmaz, haksız zafere ulaşır. Politik-acıyı ne sandınız? Siyaset, göz boyama, aldatma ve kaşıkla verip, kepçeyle alma sanatıdır. Siyaset, dans gibidir, yasadışı vals gibidir (bu da yasaklanır diye dedim), kefen giymek gibidir, bir yöneticinin, ekranlardan, 24 saat boyunca seni azarlaması gibidir. Sarayın balkonuna, sinema salonu koltuğu koysan, halkın bulunduğu yere de IMAX sistemi yerleştirsen, dev perde, yara bandı gibi görünür, ta o mesafeden…

Bizde bir seçim filmi çekilse, fantastik olur, ağır dram olur, absürt komedi olur, ak kediler, trafolara girer, hop elektrikler kesilir, garibim vatandaş, yürüyüp gitmesin diye, oy çuvallarına oturur, gerilim filmi de olabilir bak, plakasız arabalar, okullara sokulur, garip tipler, tuhaf hareketlerle, ortamı gerer ve film, akar. Hem seçim filmi deyince, iyice açmak gerek konuyu, çünkü artık seçim, bu dünyanın biricik gerçeği. Herkes her şeyi seçiyor, güzeller seçiliyor, elbiseler seçiliyor, televizyonlarda her gün, eş seçiliyor, pazarlarda bağırırdı ya satıcılar, seçmece hanım bunlar, seçmece diye, işte öyle.

Bizim seçim filminden anladığımız, partilerin, aman görün, en cici biziz, en minnoş biziz, işte şunları yapacağız, bunları yapacağız. Yapmayacaklar elbette, vaat denilen şey, en neticede, bir seçim öncesi aparatıdır, kanmak isteyen, kanar, kanmak istemeyen, çevresinin gazıyla, kanıyormuş gibi yapar, bu trajikomik öykü, böyle sürer gider. Seçim, demokrasi demektir, şaka, şaka, yok öyle bir lüks. Doğrudan demokrasi, temsili demokrasi, ileri demokrasi, demokrasi olmayınca, çeşitli adlar takabiliyoruz, üstelik itiraz da etmiyor bu demokrasi, çok cici bir şey. Efendim, demokrasi, zengin sınıfının, biz yoksullarla dalga geçmek için icat ettiği bir zamazingodur, hadi oyuncaktır diyelim. Bari sandıktan, oyuncak çıksaydı, ne güzel oynardık. Ne çıkacak, vergi çıkacak, zam çıkacak, zulüm çıkacak, bir dahaki seçime kadar, goygoy yapma fırsatı çıkacak.

Seçim geyiğine, artık bir son verip, filmlere geçeyim, misal 43 sene evvel çekilmiş olan The Candidate, senaryo Oscar’ını da kucaklayan, eli yüzü düzgün bir seyirliktir. Robert Redford abimiz, neredeyse tıfıl sayılabilecek bir yaştadır, canlandırdığı senatör adayı karakter, dürüstlükten pirim vermez ve kısa sürede anketlerde tırmanmaya başlar. Lakin kazanma ihtimali yükselince, her şey, 360 derece, hemen tepki vermeyin, sizleri deniyordum, 180 derece değişir. Siyaset, dürüstlük yeri değildir, kurnaz olmak gerekir. Buyurun size, Hollywood soslu, bir PR işi. Algı yönetimi, sadece siyasetin değil, sinemanın da en sevdiği şeydir, en nihayetinde.

Yılın Başkanı (Man of the Year / 2006) , artık aramızda olmayan komik abimiz Robin Williams’ın sırtladığı, bir başkanlık hicvi. Bir TV şovmeni, başkanlığa aday olur, kazanma umudu yoktur, ancak elektronik seçim sistemi, error verir ve bu hata, onu Beyaz Saray’a taşır. Mükemmel bir başkan olacakken, daha fena olan hak etti diye, koltuğunda kalmak istemez. Vay! Amerikan Sineması, yine gizli görevde! Alt-metin ile biz, iyi yanlış yerine, kötü doğruyu seçeriz. En iyi başkanları, suikast kurbanı olmuş, çetrefilli ve alengirli işlerde zirve yapmış bir ülkede, Doğrucu Davut olmak, hay maşallah. Uzatmadan, filmden aklımda kalan yegane şeyi yazayım; “Politikacılar bebek bezlerine benzer. Sık sık aynı nedenle değiştirilmelidir. Bir dahaki sefere oy kullanırken aklınızda olsun.”

No (2012), benim en sevdiğim seçim filmi, kuşkusuz. Reklamcılığın ne denli güçlü ve önemli bir meslek olduğunu, sayesinde öğrendim. Yönetmen Pablo Larrain, Şili cuntasından, sivil hayata geçiş dönemine çevirmiş kamerasını. Referandumda, hayırcılar, darbecilere karşı, büyük bir zafer kazanırlar. Ünlü aktör Gael García Bernal’in başrolü üstlendiği film, muhalefetin, imkânsız olanı başarmasın ardında yatanı açıklar. Hayır, hep olumsuz değildir. Bazen umut vardır, pozitif enerji vardır, gelecek vardır, mutluluk vardır. İlginç olan askeri diktatörlük dönemi bitiminde, televizyonda eşit süre alır, evetçiler ve hayırcılar. Şimdi bizim ülkemizde, yaşanan ‘ileri demokraside’, ekrana çıkamıyor, çıkartılmıyor muhalifler. Tek kelimeyle, trajikomedi, haliyle.

ya-kayyumlar-yonetmen-olsaydi-84772-1.Wag The Dog (1997), seçim öncesi, başkanın seks skandalı patlar, peki, seçmen bu dikkat çekici mevzuyu, nasıl unutacaktır? Savaş başlatılarak elbette. Anında Arnavutluk’ta sahte bir savaş yaratılır, devamında da bir kahramanlık destanı ortaya çıkartılar. Başrollerde de Dustin Hoffman ve Robert De Niro yer alırsa, oturulur, dönen dolaplar seyredilir.

The War Room, Oscar adayı olmuş belgesel, 1992 seçimlerinde, meşhur Bill Clinton’ın kampanyasını hayata geçiren ekibi anlatıyor. Bir seçim sürecinde, neler yaşanır, medya ile ilişkiler nasıl kurulur gibi şeyleri merak edenler, seyredebilirler. Aynı seçimle ilgili, bir de uzun metraj kurmaca yapım da var. Kirli Yarış (Primary Colors -1998), işte adı üzerinde, kirli bir seçimi resmediyor. (kirsiz bir seçim varsa, onu da ben bilmiyorum)

Game Change (2012), bir TV filmi, 2008 ABD başkanlık seçimlerinde, Cumhuriyetçi Aday John McCain’in ile Başkan Yardımcısı Adayı Sarah Palin’in, demokratlarla yarışını aktarıyor. Başroller sağlam, Julianne Moore, Woody Harrelson ve Ed Harris, her zamanki gibi döktürüyorlar. TV filmi demişken Oyun (Recount - 2008) da, Al Gore’un, Oğul Bush’a kıl payı kaybettiği, şaibeli seçimi dillendiriyor.

Sinema tarihine geçen, kült ve klasik Mr. Smith Washington’a Gidiyor (1939) ile yine Frank Capra ustanın, 1948 tarihli State Of The Union adlı yapıtını da, seçim filmleri listemize alabiliriz. Son olarak Bulworth (1998), The Best Man (1964), The Last Hurrah (1958), Zirveye Giden Yol (The Ides of March-2011) yapıtlarını da listemize katıyoruz. Unuttum sandınız değil mi? Elbette, unutmadım. Kemal Sunal’ın hayat verdiği Zübük ile Koltuk Belası, listemizin yerli adayları… Haydi, iyi seçimler.