Çakıl taşları

Çakıl taşları ayaklarının altından kayıyordu kadının. Deniz kışın hüzünlü çırpınışlarıyla vuruyordu kıyıya. Soğuğa direnemiyordu üzerindeki paltoyla, üşüyordu. İleriki koyda balıkçılar akşam telaşıyla ağları topluyorlardı. Ağa takılan balıkların acı dolu iç çekişleri aktı kulaklarına, deniz ağıt yakıyordu dalgalarıyla. İçine çekti soğuk nemli havayı, uzun süre bırakmadı dışarıya. Sonra ufka kaldırdı bakışlarını, kırmızının bütün tonları, yoğun maviye karşı isyandaydı. Denizin gökyüzüyle birleştiği çizgide sabit kaldı bakışları bir süre. Ne çok zaman olmuştu, bakıp da görmeyeli bu muhteşem ahengi! Denizle taşların cilvesi sürüyordu. Arada bir deniz okşuyordu çakıl taşlarını, sonra birlikte dalıyorlardı dalgaların arasına. Balıkçılar evlerine doğru yola koyuldular, balıklara inat neşe içinde. Derin bir yalnızlık değildi, tenine dokunan. Gerçek yalnızlık ölümle başlardı ve yaşamın akışı izin vermezdi tek başına kalmaya. Gökyüzü, bulutların kızıllığı, gitmekte olan güneş, deniz, dalgalar ve çakılların sohbetleri eşlik ediyordu örselenmiş ruhuna. "Çatlaksın sen!" deyip kahkaha atanın silueti belirdi yakamozların pırıltılarında. Evet, onun kadar çatlaktı, ne daha fazla ne de az. Kareleri, dikdörtgenleri, bilcümle köşelileri değil, ona "çatlak" diyen gibi; dalgalarını samimiyetle dışa vuranı, sularıyla yaşama anlam kazandıranları sevdi, delicesine. Dingin denizlerde değil, azgın sularda yüzmeyi tercih etti. Onunla birlikte keşfetti farklı olanın hayatına kattığı değeri. Karanlık düşüncelerini düz çizgilerin içinde gizleyenleri, ilk bakışta tanımayı öğrendi. Doğrularından daha çok hatalarının kıymetini bildi. Her yeni güne "keşke"siz başladı. İçlerine sızan yeniliklerin filizlenip, çiçek açmasını beklediler, umutlarını ertelemeden. Tutkuyla sarıldılar sevdiklerine ve güzel günlerin geleceğine olan inançlarına. Şimdi, onsuz geldiği bu adada çatlakların arasından süzülen, onarılması zor, yoğun bir hasret açışıydı yalnızca. Hüznünü akıttığı kıyıda; çakılların arasından süzülen son ışık damlaları vurdu yüzüne.

DÖNÜŞSÜZ BİR ELVEDA
Oturduğu yerden kalktı. Adımları; başıboş, telaşsız, umarsız süzülüyordu boşlukta. Oysa, geçen yaz aynı kıyıda, iki çift çıplak ayak sözlerde yankılanan hayallerin peşinden yürüyordu neşeyle. Bu adada, birlikte safiyetin keyfine ulaşmaktı tüm istedikleri. Mavi düşlerin yeşile sarılmış bir tabutla son bulacağını bilemediler. "Sen ne zaman büyüyeceksin gülüm" diyen, dupduru bir fısıltıyla ürperdi bedeni. Geçen zamana, aynaların olanca dürüsdüğüne rağmen, içindeki çocuk, gelenin ne sunacağını bilmese de her doğan güne heyecanla başlardı. O sabah çalan telefonla çocukluk ve tüm gençlik evrelerini birkaç saniyede aşıp, ulaştı ihtiyar yorgun geleceğine. 'Dünyanın başına yıkılması' buydu.

Ağırlığa direnemedi bedeni, yığıldı külçe misali yere. Şiddetin daha açık ve egemen olduğu dönemlerde, ona uzaklara gitmesi gerektiğini söylediğinde; "seni ve dosdarımı bırakıp gidemem hiçbir yere" demişti. İlk yalanı buydu belki de? Er geç birilerini geride bırakıp gidiliyordu. Uzun yıllar boyunca ülkenin birçok hapishanesini öğrenmişti onun peşinde. Cellattan değil kurbandan yana olanların yazgısıydı paylaştıkları. Dışarıya çıtağında, çektiği sıkınaları dehlizlerde bırakıp, sevdiklerine kocaman bir yürekle sarılmıştı. Oysa karanlığın ışığa karşı savaşı hiç bitmedi, seneler boyunca. Endişe böldü uykularını, en derin yerinde. Nice soğuk geceler götürülmesine tanıklık etti acı dolu gözbebekle-riyle. Geri dönme ihtimaline tutunurdu onsuz geçen zamanlarda. Şu an yaşadığı ayrılık, kavuşma ile bitenlerden değildi asla. Gidenin ardından; hasret, anılar ve kırık hayaller düşüyordu geride kalanın payına. Özlem sardı tüm bedenini, gözyaşlarının denizle buluşmasını, kıyıların yangınını söndürmesini istedi, göz pınarları kurumuştu.

Ilık bir serinlik misali tenine değenin anıları kanattı yüreğini. Ağdaki balık, şelaleye doğru akan salda küreksiz, ormanda kayıp, toprakta kuru bir yaprak kadar umutsuzdu. Ölümün olmadığı zamanları hatırlamayan ne çok olmuştu! Bilinmeyen bir avuç toprak kadar yakındı, oysa. Son yolculuğa uğurladıklarının acısını onun güvenli omuzlarında yıkardı bir zamanlar. Şimdi onlarca omuz olsa da yaslanıp ağlayacağı, hiçbiri onunkinin yerini tutamazdı. Yaşadığı yoğun ıstırabı yükleyip bedenine, anılarının en güzel kıyısına taşımıştı matemini. Acılar ancak gölgelenirdi paylaştıkça, nefes aldıkça azalması imkansızdı. Yarın; koyu, yalın ve dayanılmaz kabuslara uyanmaktan ibaretti bundan sonra. Bırakıp gitmek istedi her şeyi geride, sevdiklerine kıyamadı. Kederlerine inat ömrü akacaktı teni toprakla buluşana dek. Yaşama dört elle olmasa da iki elle sarılacaktı. Onu yalnız bırakmayan huzursuz çırpınışlara rağmen, okuyacak, yürüyecek, yiyip-içecek, sohbet edecek ve belki de kahkahalarla gülecekti. Evlerden yansıyan ışıkların aydınlattığı sokak arasında dünyaya döndü. Karanlığın içinden ona doğru endişeyle koşanları ayrımsadı, şaşkınlıkla! Sımsıkı sarıldı gelenlere. Gözyaşları engelleri yıkıp, buluştu dosdarından süzülen damlalarla. Deniz dalgalarının sesini gönderdi. Gece serinliğiyle örttü üstlerini. Ay gülümsedi sessizce. Yıldızlar göz kırpıtı. Ağaçlar yap-raklarıyla eşlik ettiler, sessiz feryatlara.