Herkesin bakışından farklı, belki de ters bir açıdan bakma cesareti kimi zaman bizim de içimizde baş gösterse de, bir ağrının dinmesini bekler gibi fazla sızlanmadan usul usul bekliyoruz yok olsun diye.

Yalnız şöyle bir sorun var

H. Tuğça Şener

İş makinesi izlemekten sonra en iyi olduğumuz ikinci şey sorun ve hasar tespiti. İkili ilişkilerden ekip çalışmasına, ülke sorunlarından dünya çapında krizlere kadar her konuda ve her durumda yapıştırıveriyoruz hemen “yalnız şöyle bir sorun var…”

Uzun bir aradan sonra arkadaşla karşılaşınca yapılan ilk yorum: Ooo, kilo almışız! Birisi yeni bir araba almış: Çok yakmıyo mu yaa? Yeni eve taşınılmış: Kuzeye bakıyor, soğuk olur! Terfi edilmiş: Çok yoruyorsun kendini aslında hakkın yeniyor, sen daha iyilerine layıksın. Tatil planları anlatılır: Uçak iyi de, çok aktarma yapacaksın, yorulursun.


Peki çözüm?

İşyerinde büyük umutlarla işe alınan eleman sürekli hata yapıyorsa suçlusu fazla işyükü olabilir mi? İşe başlamadan önce gerekli eğitim verilmemiş olabilir mi? Yoksa işe alımlarda sahte veya yanlış bilgilerle dolu özgeçmişleri eleyebilecek bir sistem mi gerekli? Bunları boş ver şimdi, yeni eleman zaten daha iyi maaş teklifi alınca 3 ayını tamamlamadan çıktı. Sıradakine bakarız. Yok, canım, tabii ki maaşlar olması gerektiği gibi, ayarlama falan gerekmiyor.

“Ülkede liyakatsizlik almış başını gidiyor. Artık herkes üniversite mezunu. Üniversite mezunları bile işsiz. İşe aldığımız üniversite mezunları ise iş için yetersiz.” Bu dört cümleyi arka arkaya okuyunca nasıl bir tablo beliriyor zihninizde? Üniversitenin zorunlu eğitimin bir parçası olmadığının farkında mıyız?
“Kanunen zorunlu değil ama uygulamada üniversite okumuşlar bile iş bulamıyorsa en az üniversite mezunu olmak illa ki gerekli” diyen mantıktaki sıkıntıyı görebiliyor muyuz?

Şu aşamada kimse hiçbir şey için çözümden bahsetmiyor çünkü çözüm ne olursa olsun asla yapılamayacak, çözümü uygulayacak kimse asla çıkmayacak gibi geliyor. Yani bir çözüm olsa bile imkânsız olacak.

Aslında çözümler imkânsız değil, ama üstündeki rehaveti bir kenara atmış, cesur, azimli ve örgütlü kitlelere ihtiyaç var. Belki biraz da topluma yabancılaşmaya. Toplum içinde kendini rahat hisseden, mutsuz olsa bile o mutsuzluk içindeki konfora alışmış bireylerin değişim veya çözüm için bir adım atmasını beklemek hem ütopik hem de afaki. Dünyayı değiştirmeye çalışanlar ve sorunlara çözüm bulma cesaretini gösterenler illa ki bir yabancılaşma hissi yaşayanlardan çıkıyor. Herkesin bakışından farklı, belki de ters bir açıdan bakma cesareti kimi zaman bizim de içimizde baş gösterse de, bir ağrının dinmesini bekler gibi fazla sızlanmadan usul usul bekliyoruz yok olsun diye. Nihayetinde topluma karşı durmak nerden baksan devrimci bir tutumdur ve bu da herkesin harcı değildir; günümüz Türkiye’sinde sık söylenen bir diğer deyişle “Silivri şimdi soğuktur!”

Bu noktada yapacağımız tercih aslında mutluluk veya mutsuzluk arasında değil, birey olmak ile sürüye katılmak arasında; çünkü her iki durumda da mutluluğun garantisi yok, hatta ihtimali epeyi az. Steve Andreas “Eğer biri cehaleti içinde mutluysa, ona karışmayın” diye yorumlar o meşhur “cehalet mutluluktur” dizesini. Bu açıdan bakıldığında insanın varoluşundaki temel hedefinin mutluluk mu yoksa başka değerler ve duygular mı olduğu sorusuna kadar ilerlemiş buluyoruz kendimizi. Aslında ne kadar basit bir “anca şikâyet eden bir toplumuz” mızıldanmasıyla başlamıştık, değil mi?

Acaba çözüm biraz da güdülerimizle davranmakta olabilir mi? “Sonunu düşünen kahraman olamaz” demiyorum, keza amacımız kahramanlık değil, içimize sinen bir hayat yaşamak. İstatistiksel bir çalışma, çoktan seçmeli sorularda cevabı bilmediğiniz durumda gözünüze ilk kestirdiğiniz şıkkın doğru olma olasılığının epeyce yüksek olduğunu söylüyor. Gerçekten de çoğu zaman asıl hatayı kendimizden şüphe duymaya başladığımızda yapmıyor muyuz?