Çağımız toplumlarının temel siyasal-toplumsal paradigmasını Auschwitz oluşturuyorsa; bugün Cizre, Silopi, Sur, Lice, Silvan devasa toplama kampı olarak belirmişse Améry’nin Sorbonne’lu filozofunu hatırlamamak elde değil.

Yara ve telafi

ABDURRAHMAN AYDIN

“İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!” Birçoğumuz neredeyse bu sloganla büyüdü. Slogan iki şeyi varsayıyor/du: İnsanlık onuru diye bir şey vardır ve işkence, bu onura aykırıdır. Jean Améry ‘insanlık onuru’nun ne anlama geldiğini bilmediğini söylüyor. Bildiği şey ise işkencenin ilk dokunuşunun, kurbanın dünyasını sonsuza dek ve geri döndürülemez bir biçimde değiştirdiği! Améry, Belçika Direnişinde yer aldığı için 1943’te Gestapo tarafından yakalanmış, ağır işkencelerle geçen bir sorgunun ardından da Auschwitz’e gönderilmiş. Toplama kampı hakkında kamptan çıktıktan 20 yıl sonra konuşabilmiş ve bundan 14 yıl sonra da kendi hayatına son vermiş; belki de aşkınlığını yitirmiş düşüncenin son bir hayat/ölüm atılımıyla yeniden aşkınlığa kavuşması yönündeki bir gayretle.

Gerçekle yüz yüze gelmek

Viyanalı Yahudi bir babanın oğlu olan Améry, Doğumundan sonra kendisine verilmiş olan adını (Hans Meyer) da Alman olan her şeyden kendisini koparmak için değiştirmiş. Fakat Almanca yazmayı sürdürmüş, inatla ve ısrarla. Jean Genet, Fransızca yazmasının nedenini, kendisini mahkûm eden mahkemelerin kararlarını Fransızca vermiş olmaları biçiminde açıklıyordu. Belki Améry’nin Almanca ısrarında da böyle bir boyut söz konusudur. En nihayetinde, tinin sınırlarına Almanca aracılığıyla getirilmişti ve ruhu üzerinde çalışan makine Almanca bir dil ve gösteren sistemiydi. Tinin sınırları, dilin de sınırlarıdır ve yokluğu görmüş olan bunu nasıl dile getirebilir? Dilin dışında yer alan bir deneyim alanı hakkında gerçekten de konuşmak nasıl mümkündür? Yalnızca hayatın kimi anlarında olayla, gerçekle yüz yüze geliriz. O anlatılamaz Gerçekle! İşkence bu anlardan biridir. İşkence, kurbanını, güvenli soyutlamaların dünyasından alır ve onu amansız Gerçeğin ortasına fırlatır. Bu türlü bir yaranın elbette telafisi de yoktur, dile getirilebilir bir yanı da. Öyle ya hangi soyutlama düzenine yerleştirilebilir bu Gerçeklik? Hele de bedenlerimizin dış dünyayla ayrımın tesis eden sınır derilerimizse, bu anlamda gerçekleşen bir sınır ihlali, derinin altına nüfuz eden bir ihlal, telafinin dünyasına nasıl havale edilebilir?

Yıkımın utancı…

İşkenceci, kendi maddeselliğini kurbanın maddeselliğinin içerisine sokmaktadır. Kurban yalnızca acı çeken bir bedendir artık, acılı bir et yığını durumundadır. “İşkenceye yenik düşen kişi bir daha asla dünyaya ısınamaz. Yıkımın utancı bir daha asla silinmez. Daha ilk darpla birlikte kısmen sarsılan, ama işkence altında nihayet tümüyle çöken dünyaya güven duygusu yeniden kazanılmaz” diyor Améry. İşkence görmüş biri, sonsuza dek işkence görmüş biri olarak kalacaktır. Bu da geçmişin hâlâ şimdide olduğu ya da geçmişteki bir anın bir tür ebedilik edindiği anlamına geliyor. Fakat buradan, aceleci bir sonuçla, travmatize edilmiş kişinin geçmişin tutsağı olduğuna ulaşmak, hiç kuşku yok ki bu sonuca ulaşanı da suç ortağı kılacak; bu da yaşanmamış ve yaşanmış olanın biricikliğine ‘sağlık ve telafi’ adına bir ihaneti beraberinde getirecektir ki Améry de tam olarak buna isyan etmektedir.

Kötülüğün olanaklılığı

Bir kere kaybedilmiş bir dünyayı yeniden kazanmanın olanağı yoktur; o dünya adına konuşmanın da bir anlamı kalmamıştır. Çünkü tinin sınırları, dilin anlamlama kapasitesini yitirdiği sınırlardır aynı zamanda. Améry’yi öfkenin etikçisi yapan da budur. Bir şaşkınlık, bir hayret söz konusu değildir Améry’nin yazdıklarında. “Nasıl olabilir? Nasıl olanaklı olabilir?” gibi soruların bir hayli uzağındadır o. Olanaklı dünyanın, zorunlu değil fakat olanaklı dünyalardan bir tanesi olan insani dünyamızın artık bulanıklaştığı, ayrımlarını yitirdiği sınırları görmüş; fakat yanı sıra zaten bu olanağın tam da bu sınırlarda belirdiğini de görmüştür. Bu sınır-uzam iyi ile kötüyü birbirinden ayırmamakta, aksine “iyinin karşısına kötüyü, değerli olanın karşısına bayağılığı, düşünsel olanın karşısına akıl-dışını koyabilecek bir bilinç alanını” iptal etmektedir. O halde bizim ethos dediğimiz şey, tam da böyle bir uzamla olanaklı olsa gerektir. Bir telafi fikrini de beraberinde taşıyarak… Düzen kaostan çıkmaz, fakat bir kere düzen diye bir şey açığa çıktıktan sonra, kendisine benzemeyen ve egemenliği altına alamadığı her uzamı kaotik olarak niteler.
Eğer Giorgio Agamben haklıysa, çağımız toplumlarının temel siyasal-toplumsal paradigmasını Auschwitz oluşturuyorsa; bugün Cizre, Silopi, Sur, Lice, Silvan devasa birer toplama kampı olarak belirmişse önümüzde… Améry’nin bahsettiği Sorbonne’lu filozofu hatırlamamak elde değil: “Sorbonne’lu filozof … sadece düşünsel dünyanın gerçekliğine artık inanmıyordu ve orayla hiçbir toplumsal bağı olmayan entelektüel bir dil oyununa katılmayı reddediyordu.”

SUÇ VE KEFARETİN ÖTESİNDE
Jean Améry
Çeviri: Cemal Ener
Metis, 2015