Yarım kalan şarkı

Semiha Durak

İngiliz yazar Aldous Huxley, 1931’de kaleme aldığı ve Hamlet’in son sözlerine atıfla Gerisi Sessizlik başlığını verdiği denemesine, insan ruhu için derin anlam taşıyan tüm “esaslı şeylerin” sadece deneyimlenebileceğini, bunları ifade etmenin mümkün olmadığını söyleyerek başlar. “Gerisi daima sessizlik” diyerek de bitirir, tıpkı Hamlet gibi.

Huxley’e göre “sessizlikten sonra dile getirilemez olanı ifade etmeye en fazla yaklaşan şey, müziktir”. Müziğe yüklediği bu derin anlamın sağlamasını da Shakespeare’in bile kelimelerin kifayetsiz kaldığı durumlarda kalemini bir kenara bıraktığını ve müziğe sığındığını söyleyerek yapar.

Onun yazdıklarını okurken müziğin gücü üzerine pek kafa yormadığımı ama aslında hayatımda ne kadar büyük bir yer kapladığını görüyorum bir anda. Sözcükler beni derinden etkileyen durumlar karşısında bir anlam yaratamadıklarında, sessizliğin yalnızca bir adım ötesinde bekleyen müzik çıkmış gelmiş ve hep yardımıma yetişmiş.


Sanırım bu herkes için böyle. Dünyanın her yerinde, hayattaki “en esaslı şeyleri” en iyi anlatan aracın müzik olması pek tesadüf değil. Aşk ve devrim mesela. Hatta konu onlar olunca anlatmanın da ötesine geçiyor müzik. Aşkın da devrimin de ateşleyicisi şarkılar oluyor, en güzel başlangıçlar şarkılarla yapılıyor.
Bunları düşünürken, birkaç yıl önce gördüğüm bir fotoğrafı hatırlıyorum. Şili’den 1970 Nisan’ına ait siyah beyaz fotoğraftaki kalabalık sahnede Salvador Allende konuşuyor, arkasında asılı devasa afişte büyük harflerle “şarkısız devrim olmaz” yazıyordu. Allende’in arkasında, afişin hemen altında dizili kalabalığın arasında tanıdık bir yüz gördüm. Kollarını birleştirmiş ayakta duruyor, elleri görünmüyordu. Şarkıları bugün de hâlâ dünyanın dört bir yanında milyonlar tarafından söylenen, 1973 Eylül’ünde askeri cuntanın ellerini kestiği, kırk dört kurşunla öldürdüğü Victor Jara’ydı, bu tanıdık yüz. Neden bilmem; şarkılarını dinlediğim, hikâyesini öğrendiğim ilk günden beri ailemden biriymiş gibi hep yakın hissederim kendimi ona. Tutuklanıp götürüldüğü Şili Stadyumu’nda onunla beraber tutuklanan beş bin kişiye şiirler, şarkılar söyleyerek cuntaya meydan okuyan korkusuz bir kahraman, Antik Yunan masallarındaki bir yarı tanrı hali var onda.

Pinochet’nin askerleri gitarını kırıyorlar, parmaklarını kesip ellerini eziyorlar. Küfürler savurup “Hadi şimdi şarkı şöyle bakalım” diyorlar. Victor Jara sükûnetle ayağa kalkıyor, stadyumdaki yoldaşlarına dönerek Venceremos’u söylemeye başlıyor. Stadyumdaki binlerce tutuklu Victor Jara’yla birlikte söylemeye başlayınca, iyice deliye dönen askerler onu kurşun yağmuruna tutuyorlar. Şili stadyumunda son nefesini vermeden önce yazdığı son şiir, hayatta kalanlar tarafından parçalar halinde ezberlenerek stadyumdan dışarıya çıkarılıyor. Victor Jara’dan geriye kalan yirmi bir gramlık nefes, şiire dönüşüyor; bu şiiri okuyanların nefesiyle birleşiyor. Karısı Joan’ın kaleme aldığı biyografi bu şiire ve yarıda kalan bütün diğer şeylere; aşka, hayata ve devrime atıfla Yarım Kalan Şarkı adını alıyor.

“Ne kadar da zor şarkı söylemek, dehşetin şarkısını söylemek zorunda kalınca” diyor Şili Stadyumu’nda yazdığı o son şiirinde Jara. Orada gördükleri ve hissettiklerinin, bütün o sessizlik ve çığlıkların kendi şarkısının sonu olduğunu ama tüm bunların yepyeni bir an doğuracağını söylüyor. Onun ölümünden yıllar sonra, Jara’nın şarkılarıyla büyüyen çocuklar yeniden sokaklara dökülüyor, onun şarkılarıyla meydanları dolduruyorlar. Şimdilerde Pinochet’nin anayasasını tarihe gömmeye hazırlanıyorlar. Tarih yine, bir kez daha gerçek galibin hakikat olduğunu gösteriyor.

Jara, Allende ve binlerce insanı katleden Pinochet’in, Şili’deki darbeyi ABD’nin desteğiyle yaptığı bir sır değil. ABD’nin, başka ülkelerin yönetimlerine nasıl müdahale ettiğini, tarihin akışını nasıl değiştirdiğini ve bugün de aynı politikayı sürdürdüğünü, evlerimizde oturmuş film izler gibi izliyoruz. Darbelerin, suikastların ve en karanlık savaşların arkasında kapkara bir gölge gibi duran ABD, soyut bir kavrama dönüşmüş gibi sanki. Belki de bu yüzden katliamların, cinayetlerin gerçek sorumlularının isimleri ve hikâyeleri olduğunu, onların gerçek karakterler olduğunu unutuyoruz ya da zaten kahramanların bile isimlerini hatırlamazken katillerin ismini bilmek istemiyoruz. Fakat bazı isimler var ki kim olduklarını bilmek, onları iyi tanımak gerekiyor. Kirli elleri bütün coğrafyalara, tüm zamanlara uzanıyor çünkü. Frank Carlucci de onlardan biri.

Victor Jara’nın son şiirinden hareketle, Şili’deki darbe ile ilgili yazılanlar arasında dolaşırken gözüme çarpıyor ismi. Her şeyi bırakıp Frank Carlucci adındaki bu adamın “ilginç kariyerinin” peşinden giderken buluyorum kendimi. Geçtiğimiz kırk yıl içinde dünyanın farklı coğrafyalarında, birbiriyle bağlantılı ve birbirini tetikleyen ve tarihin akışını değiştiren pek çok olayın kenarında, köşesinde, bazen de tam merkezinde, her yerde karşıma o çıkıyor. CIA’in “Şili Ekibi’nde” yer alan ve darbeyi finanse eden kurumlardan birinin başında olan Carlucci’nin darbeden bir yıl sonra, 1974 yılının aralık ayında, Portekiz’deki ABD büyükelçiliğine atanmış olması ilginç geliyor. 1974 yılı, uzun zamandır diktatörlük rejiminin “gizli polis” gücü yardımıyla sürdürüldüğü baskı ve sansür dönemini yaşayan Portekiz için herhangi bir yıl değil çünkü.

Carlucci’nin Lizbon’a atandığı günlerde Portekiz sömürgesindeki Afrika ülkeleri Küba’nın destek verdiği bağımsızlık mücadelesini sürdürüyor ve orada esen özgürlük ve komünizm rüzgârları Portekiz’de de esmeye başlıyor. Carlucci’nin birdenbire Lizbon’a gönderilmesinin altında yatan neden de işte bu korku oluyor. Ondan önceki büyükelçi komünistlerle mücadelede biraz yumuşak bulunmuş ve görevden alınmış.

Fakat Portekiz’de işler Carlucci’nin planladığı şekilde gitmiyor. Sessizliğin yalnızca bir adım ötesinde bekleyen müzik yine devreye giriyor. 24 Nisan 1974 gecesi Lizbon Radyosu’nda Vedanın Ardından (E Depois do Adeus) şarkısı çalmaya başladığı sırada Frank Carlucci’nin ne yaptığını merak ediyorum. Portekiz’in o yılki Eurovizyon şarkısı, kırk sekiz yıllık diktatörlük rejimini devirmeye hazırlanan subayları harekete geçiren iki gizli sinyalden biri oluyor. Radyodan sinyal bekleyen subaylar “Grândola, Vila Morena” şarkısını duyduklarında şehrin önemli stratejik noktalarını ele geçirmek için harekete geçiyorlar. Diktatör Salazar’ın felç olmasının ardından altı yıldır iktidarda olan Marcello Caetano hükümeti saatler içinde devriliyor.

Allende’nin “Şarkısız devrim olmaz” diyen sesi belli ki aylar sonra Lizbon’da yankılanıyor. Kırk sekiz yıl süren o kasvetli sessizlik, radyodan tüm şehre yayılan ve umuda dönüşen şarkılarla bozuluyor. Coşkuya kapılan Portekiz halkı 25 Nisan sabahı sevinç içinde sokaklara dökülüyor, evlerinden getirdikleri yiyecekleri ve pazarda bulunan karanfilleri askerlere veriyorlar. Askeri darbe olarak başlayan bir hareket o anda gerçek bir devrime dönüşüyor ve fotoğrafçılar kırmızı karanfilleri tüfeklerinin ucuna koyan askerleri fotoğrafladıklarında, Portekiz halkının kucakladığı devrimin artık bir adı da oluyor: Karanfil Devrimi. O güne ait bütün fotoğraflarda kol kola Grandola, Vila Morena şarkısını söylerken ağız dolusu gülümseyen, kırmızı karanfiller arasında askerlerle kucaklaşan insanlar var.

Bundan sonra her şey çok hızlı oluyor. Sadece birkaç gün içinde Komünist Partisi’nin lideri Alvaro Cunhal, sürgünden Lizbon’a geri dönüyor. Karanfil Devrim’inden sonraki ilk 1 Mayıs, Cunhal ve sosyalist lider Mario Soares’in yer aldığı, efsanevi bir kitlenin katıldığı müthiş bir mitinge tanık oluyor. Değişim her yere yayılıyor. Tarım kooperatifleri, kolektifler kuruluyor. Ekonominin kilit sektörleri, ulaşım, madencilik, telekomünikasyon ve madenler kamulaştırılıyor.
Tüm bunlara rağmen Frank Carlucci hâlâ Lizbon’dan ayrılmıyor. Sağcı subayların öncülüğünde ve büyük olasılıkla onun desteğiyle devrim karşıtı bir darbe girişimi oluyor ama bu da yenilgiye uğratılıyor. Yenilgiye rağmen ısrarla Lizbon’da kalmasının nedeni NATO müttefiki olan Portekiz’in Avrupa’nın Küba’sı olacağı endişesi. Buna engel olmadan da Amerika’ya geri dönmüyor.

Carlucci gibi adamların her yerde ve her şeyin arkasında olduğunu bilmek çaresizlik hissi yaratıyor olabilir ama onların her yerde olduğu gerçeği, her şeye rağmen direnen Portekiz halkının korkunç bir diktatörlüğü devirdiği gerçeğini değiştirmiyor. İnsanı karanlığa ve umutsuzluğa boğan sessizliklerin ardından bir gün mutlaka müzik duyuluyor, şarkılar asla yarım kalmıyor.