Yas tutmaya vaktimiz yok

CANAN AYDIN- cananaydin@birgun.net

Beyoğlu’nda 1936'da kurulan ve yaşanan birçok tarihi olaylara tanıklık eden Kelebek Korse mağazası kapandı. 90 yıllık tarihinde 6-7 Eylül olayları dahil talana uğrayan ancak buna rağmen ayakta kalabilmeyi başarmış Beyoğlu’nun alışveriş kültürünü simgeleyen mağaza bugün Borçlar Kanunu’na dayanarak ‘kira artışı ya da tahliye’ yönündeki haciz kararı nedeniyle kapısına kilit vurmak zorunda kaldı. Özcan Alper’in yeni filmi Rüzgarın Hatıraları’nın ana cümlesi olan “Geçmiş asla ölü değildir. Geçmiş bile değildir” belirlemesi sanırım bu topraklarda yaşanan buna benzer birçok hikayenin de özeti. Yönetmen Alper 1940’larda Varlık Vergisi Kanunu’nun ardından siyasal baskıların da etkisiyle, Türkiye’den kaçmak zorunda bırakılan ressam-yazar Aram’ın hikayesiyle hafızamızı tazeliyor. Bu bir anlamda yaşanan zulmün sadece ve sadece adının değiştiğinin bir göstergesi . Zaten Özcan Alper’in de dediği gibi "Felaketler hala sürüyor", konuşamadığımız için de sürmeye devam edecek maalesef.

Film yapmaya ne zaman karar verdiniz. Bunu şunun için soruyorum, Ermeni Soykırımı’nın 100. yılına atfen mi yapıldı?

Yaklaşık 4-5 yıl önce ikinci filmim ‘Gelecek Uzun Sürer’ gösterime yeni girdiğinde başladım.
Öyle bir şey düşünmedim. Benim derdim soykırım olmuş olmamış bunu tartışmıyorum. Bunu tartışmak onlarla aynı noktaya gelmek olur. Mesela, Suruç ve Ankara katliamlarını kimin yaptığını, ne amaçla yaptığını ya da ölenlerin varlığını tartışmak kadar saçma bir şey. Bunu tartışmak, öldüler demek onların düzlemine düşürmez mi? Film için de, soykırımın edebiyatını yapmak ya da böyle bir ispat derdinde olmanın yanlış olduğunu düşünüyorum.

Filmin Türkiye’nin yüzyıldır konuşamadığı bir meseleyi işlemesi açısından çok can alıcı bir yanı var. Bu filmi nasıl okumalıyız?

Bütün otoriter ve totaliter rejimlerde özgürlük arayan, demokrasi, barış isteyen ve yazmak çizmek ya da sanat yapmak isteyen bütün entelektüellerin yaşadıklarından ipuçları taşıyor. Bu dönem üzerine film çekmek, bütün bunları düşünmek, konuşmak, başka bir kitap okumak, başka bir yazarı keşfetmek bütün bu yası tutulamamış şeylerin yasını tutmaya en azından bir yol açmak için bir yol olsun istedim.
Türkiye’nin yüzyıllık tarihinde soykırımdan başlamak üzere toplumsal travmalar sürüyor. Hikâye 1940’larda geçiyor ama son 4-5 ayda yaşadıklarımıza baktığımızda Türkiye’nin geçmişiyle bir türlü yüzleşemediğini ve geçmişindeki travmaları konuşamadığı açık. Bir birey olarak sıkıntılarımızda psikoloğa giderek meselelerimizi konuşarak onunla yüzleşip yeni bir geleceğe başlayabiliyorsak, toplum için de aynı şey geçerli.

Hikâyede birçok yazarın adı geçiyor. Senaryo yazarken duygunuz neydi?

Edebiyatla, sanatla ilgilenmeye başladığımdan itibaren bu kuşağa karşı farklı bir borç içgüdüm var. Sesini duyamadığımız, bir şekilde inkâr edilen, yok sayılan, bazen biri, bazen bir halk olabilir bu anlamda kendimi borçlu hissediyorum. Yönetmenlik yaparken beylik laflar etmekten ziyade bu meseleye nasıl yaklaşmalıyım diye düşünerek önce kendimden yola çıkıyorum. Kendim bu süreci yaşarken bunu bir filme dönüştürüyorum. Ben de bu süreçle beraber değişiyorum, dönüşüyorum aslında.

Aram Pehlivanyan başta olmak üzere Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Krikor Zohrab, Stefan Zweig... Bu yazarlar mücadeleci yanlarıyla ön plandaydı. Filmin ana karakteri olan Aram’ın bu mücadeleci yanının zayıf olduğuna ilişkin eleştiriler var…

Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Aziz Nesin bunların hepsi öncelikle Türkiye’nin iyi yazarıydı, iyi şairiydi, iyi ressamıydı… Daha sonra sosyalist ya da komünistti. Entelektüeller aktif mücadele nasıl verebilir? Bence sanat yaparak, film yaparak. Sanatçılar olarak sokakta siyaset yaparak bir şeyleri değiştirme gücünüz yok. Ancak yaptığınız sanatla, sokakta yürüyenlerle, sokakta siyaset yapanlarla yan yana olma duygusuyla sistemle mücadele edebilirsiniz. O dönem Türkiye’de, özellikle sosyalistler için aktif bir alan yok. Çünkü lağvedilmiş. Birçok yazar daha çok sanat dergileri çıkarıyor. En azından orada daha geniş kitleleri faşizme karşı antifaşist bir yerde tutmaya çalışıyorlar.

Umutsuz bir Aram Pehlivanyan profili çizdiğiniz eleştiriler arasında…

Tam da onu söylüyorum. Bütün ailesini kaybetmiş, 1915 gibi büyük bir felakette sağ kalabilmiş biri Aram. Buna rağmen yine de yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Bir tür tecrit ve tehcirden kurtulmuş yeni bir tecrit ve tehcir yaşarken ne yapabilirdi, bilemiyorum.

Bu toprakların sorunu insanların yaslarını tutamamaları…

Yas’a saygı yok. Öldürülüyorsun, onun acısıyla bile kalamıyorsun sürekli bir şey çıkıyor ve başka bir şeye dönüştürülüyor bu yas. Tarz olarak “Ölenler öldüler güneşe gömüldüler” gibi cümleler kurarak bu yaşananları atlatmaya çalışıyoruz. Bu da travma yaratıyor. Onun hesaplaşmasını yüreğimizde tam olarak yaşayamıyoruz. Bu yüzden ölümü bu kadar kanıksıyoruz.

‘Sonbahar’, ‘Gelecek Uzun Sürer’ ve ‘Rüzgarın Hatıraları’ bu üçlemedeki ölüm temasının hiç konuşamadık.

Hiç fırsatımız olmuyor. Ne zaman tam ayağa kalkmaya çalışıyoruz hemen geliyor yine vuruyor yine düşüyorsun. Hep daha önemli başka bir şey oldu.
Filmlerinizin başka bir politik karakteri var: Doğa. Nasıl bir bağ kuruyorsunuz doğayla?
Üçlemedeki ortak temalardan birisi ölüm ise biri de doğa. Sonbahar’da doğanın kendisi ölmekte olan bir karakterin daha çok iç dünyasına eşlik ediyordu, onunla beraber yürüyordu. Burada ise doğa, karakteri sıkıştırmaya ve kendisi için bir hapishaneye dönüşme halini alıyor. Özellikle politik sürgünlüklerle birlikte kent, uyumsuzluk, modernite bundan dolayı doğaya kaçış bir güzelleme olarak ortaya çıkar. Şehrin içinden gidip doğanın içine hapsoluyor.

‘Sonbaharın’ bir de bir kitabı var. Klasik film demek abartı olmaz. Ama ‘Gelecek Uzun Sürer’ pek beğenilmedi ve sahiplenilmedi.

Söz konusu Kürt meselesiyse coğrafyanın kendisi bölünmüşken ve bu kadar önyargılıyken ne olabilirdi ki! Bu kadar ön yargılarla politize olmuş bu topraklarda film yapmak kolay bir şey değil. Ayrıca Türkiye’de film yapmak maalesef çok kolay görülüyor. Özellikle sinema eleştirmenleri filmi bir kere izleyip nasıl yazabiliyorlar, merak ediyorum. Özellikle politik olan kuşağım için diyorum; sinema, edebiyat yaparken diğerlerinden on kat daha fazla düşünmek zorundayız bunun farkındayız. Filmi kritik ederken sanki bu kadar basit şeyleri düşünmemişiz gibi davranılması.

Siz sinema dilinizi nasıl konumlandırıyorsunuz?

Kimsin, ben kimim buna bağlı işte. Tüm bu yargılar nerede doğduk, nerede büyüdük nasıl bir dinsel ortamda yetiştik tüm bunlar sizin ve filminizle nasıl bir yere varmak istediğinizin kanıtı oluyor. O yüzden politik sinema diyoruz. Ancak “politik film” diyerek bir yabancılaştırma da var. Başka bir yere doğru oturtmaya çalışmak sanki slogan atan, sadece olgular, olaylar üzerinden yürüyen… Daha içsel ve kalıcı evrensel meseleler temalar üzerine filmler yapmaya çalışıyorum demek daha doğru olacak.

Filmi Gürcistan’da çektiniz, dönemin izlerini Türkiye’de bulmak mümkün olmadı mı sanırım?

50 yıl, 70 yıl öncesini bırak, arkadaşım Kazım Öz 90’larda geçen bir hikâye olan ‘Bahoz’ filmini çekerken mekân bulamadığı için filmi çekemiyordu. Bunun yanı sıra kentsel dönüşüm meselesini biliyoruz.

Mesala, Tahir Elçi’nin vurulduğu yer ‘Gelecek Uzun Sürer’deki karakterin yürümeye başlayarak keşfe başladığı yerdi. O zaman “Kadın sanki İtalya’da bir sokakta yürüyor” diyerek eleştirmişlerdi. Biraz korunabilseydi İtalya’daki sokaktan ne farkı vardı!

Bu ülkede tıpkı Hrant Dink gibi kalmak istediğinizde öldürülüyorsunuz, kaçtığınızda öldürülüyorsunuz. Umudumuzu nasıl ayakta tutacağız?

Bu aralar en çok ihtiyacımız olan şey. İnsanlar en azından sanatta umut görmek istiyor. Ama şişirilmiş yalandan bir umut değil de; sanat yaparak, roman yazarak diğer taraftan yaşama alanlarımızı, parklarımızı, mahallelerimizi, dilimizi korumaya çalışarak ayakta tutabiliriz.

GERÇEK TANIKLAR ÖLDÜ
1915 gibi büyük bir felaket. İnsanlar evlerinden yurtlarından ediliyor. Böyle bir felaketi güzel resimlerle tasvir etmek yaşananı estetize eder gibi bir kaygınız oldu mu?

Resimle hatırlama estetize değil tam tersine ressam birinin bütün o felaketi yüzler üzerinden hatırlaması çok değerli ve önemli bir şey. Bütün bu büyük felaketleri yine öldük, vurulduk gibi canlandırmasını ya da şiddetin pornografisinden ziyade tam tersine bilince yansıyan tarafından anlatmayı doğru buluyorum.

Sadece kuru bir hikâye yazmadım. İşin estetik, politik, psikolojik süreciyle ilgili ciddi okumalar yaptım.
Bu anlamda soykırımda tüm ailesini kaybetmiş bir felsefeci ve edebiyatçı olan Marc Nichanian’ın ‘Edebiyat ve Felaket’ adlı kitabını örnek verebilirim. Nichanian, bu felaketin anlatımı üzerinde duruyor ve bu felaketin birebir yeniden canlandırılmasının özellikle edebiyatta çok anlamsız olduğunu ve bunun doğru olmadığını çok iyi örneklerle anlatıyor.

Diğer bir yazar Primo Levi. O da felaketten sağ kurtulabilmiş ve ömrü boyunca bunun üzerine kafa patlatmış. Tüm hayatını Holokost faşizminin bir daha yaşanmaması için adamış bir yazar. O da aynı şeyi söylüyor. Siz o felaketi yeniden canlandıramazsınız. Bu zaten çok saçma bir şey olur. Gerçek tanıklar öldüler. Biz hayatta kalanlar ise gerçek tanıklar değiliz zaten. Ben de bu felaketin bilince yansımaları ve hatırlama biçimleri üzerine anlatmanın doğru olduğunu düşündüm. 12 Mart, 12 Eylül’den sonra edebiyat alanında bunu gördük. Bu şiddetin, bu mücadele etmenin öyle doğrudan karakterleri bir kukla gibi görüp onu mücadele ettirme çabası sanatta hiçbir işe yaramadı. Kalıcı olan ne? İçsel olan içsel olandan yaratılan.