Yalnız ama hep birlikte ölüyoruz.

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun raporlarına göre 2018 yılında 440 kadın erkekler tarafından şiddete maruz kalarak yaşamını yitirdi. 2014 yılında Hacettepe Üniversitesi’nin gerçekleştirdiği Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması’na göre kadınların en az üçte biri fiziksel ve/veya cinsel şiddete maruz kalıyor. 2019 yılında Kadir Has Üniversitesi’nin yayımladığı Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Algısı Araştırması’na göre kadınların en büyük toplumsal sorunu şiddet. Kadınlar arasında işsizlik oranının yüzde 15.2 olduğu, genç kadınlarda bu oranın yüzde 27’ye çıktığı göz önüne alınırsa, kadınların toplumda yaşadıkları en büyük sorunun “şiddet” olduğunu ifade etmesi gerçekte nasıl ağır bir tabloyla karşı karşıya olduğumuzu açıkça ortaya koyuyor.

Rakamların ardında saklanmış hayatlar var. Şule Çet, Özgecan, Ayşe Paşalı ve daha birçokları gibi şimdi de Emine Bulut…

Bu ağır tablo Türkiye coğrafyası ile sınırlı değil. Avrupa Birliği’nde her üç kadından birisi 15 yaşından itibaren cinsiyeti nedeniyle şiddete, her 10 kadından birisi ise cinsel tacize maruz kalıyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün raporlarına göre tüm kadınların yüzde 35’i fiziksel veya cinsel taciz veya şiddetin ağır yükü altında eziliyor.

Erkek egemen düzenin ortaya çıkarttığı adaletsizliğin en ağır sonucunu kadınlar yaşıyor. Düzenin bedelini hayatlarıyla ödeyen kadınlar…

Bu erkek egemen düzeni kuran ve sürdüren ise politik tercihler. Kadın ve erkeği eşit görmeyen, devletin bu eşitliği hak temelli bir yerden kurma görevini görmeyen, hukuku bu eşitsizlikleri ortadan kaldıracak bir araç olarak görmeyen bir zihniyet çok uzun süredir iktidarda. Sadece Türkiye’de değil, tüm coğrafyalarda var olan bu erkek egemen düzen bir politik tercihin ve zihniyetin sonucu… İşte tam da bu nedenle çözüm, düzeni değiştirecek, toplumsal cinsiyet eşitliğine dayanacak, hukukun ve sosyal devletin dezavantajlı tüm bireylerin haklarını gözetecek bir politikanın iktidar iddiasından geçiyor.

İstanbul Sözleşmesi, işte bu düzen değişimi iddiasının bir adımı. Erkek egemen düzenin ortaya çıkarttığı ağır şiddeti ortadan kaldırmak adına, elimizde bulunan en kapsamlı araçlardan birisi. Hem de uluslararası boyutuyla çok güçlü bir adımı.

İstanbul Sözleşmesi, cinsiyet temelli şiddete dair sessiz çığlığa ses verdi ve her şeyden önce konuyu toplumsal tartışmaların merkezine taşımaya ve farkındalık yaratmaya yaradı.

Kadınların kadın olmaları nedeniyle gördükleri şiddetin bir kader olmadığını, işin fıtratından değil düzeni kuran iktidar anlayışının politik tercihlerinden kaynaklandığını ortaya koydu. Tüm dünya coğrafyasında bunun mücadelesini veren kadınların sesi olarak bir zemin oluşturdu.

Önleme, koruma, kovuşturma ve cezalandırmaya dayanan bir bütüncül çerçeveden ve işbirliğinden güç alan bir zemin oluşturuyor İstanbul Sözleşmesi. Öncelikli hedefi bireylerin cinsiyetleri nedeniyle gördükleri her tür şiddeti önlemek. Önlenemeyen koşullarda şiddet mağdurlarını korumak ve suçluları kovuşturmak ve cezalandırılmasını sağlamak da İstanbul Sözleşmesinin dayandığı temel ilkelerden.

İstanbul Sözleşmesi, sözleşmeyi imzalayan tüm ülkeleri bağlayıcı bir sözleşme. Ve Türkiye hiçbir şerh olmaksızın bu bağlayıcı sözleşmeyi imzalamış, hatta ilk imzalamış ülkeler arasında yer alıyor.

Ancak imzalamak yetmiyor. Her alanda olduğu gibi burada da yazılı metinler, atılan imzalar ile hukuki ve toplumsal uygulamalar arasındaki uçurum, iktidarın bilinçli tercihi ile günden güne daha da derinleşiyor.

İstanbul Sözleşmesinin uygulanmasını sağlamamız gerek. Her alanda olduğu gibi kadın hakları için de, toplumsal cinsiyet eşitliği için de, şiddetsiz bir gelecek için de ihtiyacımız hukuktan, demokrasiden, eşitlikten, özgürlükten yana politik tavrımızı büyütmek olmalı.

Şimdi bunları yok etmeye çalışanlara “dur” demek için, imzalanmış kuralların tam olarak uygulanmasını sağlamak için, en önemlisi yaşamak için, işte yine bu demokrasi, eşitlik ve özgürlük mücadelesinin ana aktörleri olarak biz kadınlara çok iş düşüyor.