Yaşanılır bir ülkede buluşmak dileğiyle

ERDAL GÜNEY

‘Karantina’, bir anlamıyla da sağlık yalıtımı demek; insanın kendi dışındaki canlıdan ve onunla kurduğu her türlü ilişkiden, temastan muaf olması talihsizliği. İnsan içine çıkmaktan, topluma karışmaktan kaçıp tek başına yaşamak iradesi olan ‘inziva’ ile zorunluluk ve tercih bağlamında ayrılıyor ‘karantina’. Ne var ki bu günlerde bu iki yalnızlık biçimi hemhal oluyor. Kişisel olarak bu zor günleri ‘inziva’da gibi yaşamayı tercih etmeye çalışsam da ne kadar süreceğini kestirmek güç. Zaman bulamayıp ertelediğim işlere göz atmak fırsatı ‘karantina’ya dönüşecek ‘inziva’ günlerimde benim için değerli. Bu yazı tam da sinema-müzik ilişkisi üzerine aldığım notlarla boğuştuğum ana denk geldi.

Henüz ‘inziva’ günlerine benzer bu günlerde hatırı sayılır sayıda film izleniyor olmalı. Sinema-müzik ilişkisine biraz ilgi duyanların dikkatini çekebileceğini düşündüğüm çalışma notlarımı paylaşarak hem ‘karantina’dan hem de ‘inziva’dan kısa bir süreliğine de olsa birlikte çıkabilmeyi isterim...

Fotoğrafın bulunması, görüntünün kalıcılığı, hareketli görüntü teknolojisini kapsayan uzun tarihi bir yana bırakırsak, Lümiere kardeşlerin geliştirdiği sinematograf aygıtının ilk gösteriminden günümüze 124 yıl geçti. Bu sihirli aygıtın görüntü kayıtları, sinema adıyla sanat dünyasında yerini almaya başladığı sırada mevcut görüntüler tek başına bir şey ifade etmekten oldukça uzaktı. Görüntülerdeki konu ve anlatım unsuru içermeme sorunu, uzun zaman alacak bir süreçte edebiyat, tiyatro, plastik sanatların da katkısıyla çözümlenmeye çalışıldı; öyküleme, görsel düzenleme, görüntülerin akışındaki estetik düzeye ulaşma belli ölçülerde olanaklı hale geldi. Sinemacıların yapmış oldukları deneysel arayışlarla ulaştıkları yöntemler sonucu ortaya çıkan kurgu, sinemayı yeni bir sanat dalı haline getiren ölçü oldu ve sinema ‘yedinci sanat’ olarak kabul gördü. Bugün de birçok tür, tarz, biçim, anlatıya ayrılarak çoğalan sinema, kendine özgü sanatsal bir dil yaratabilme çabasını güncelleyerek sürdürmektedir.

Kitlesel iki sanat dalı olan sinema ve müzik; film müziğinin iki ağırlık merkezidir. Müzik, sinemanın durağan görüntüden hareketli görüntüye geçiş ve bir hikâye anlatma aracına dönüşme sürecine eşlik edegelmiştir. Sinema ise bir anlatım dili olma arayışını devam ettirdikçe müzikle kurduğu ilişkisi başkalaşmış, müzik ‘saf müzik’ özelliğinden ‘kullanılan müzik’ özelliğine dönüşmüştür. ‘Kullanılan müzik’ tarifi müziğin hangi tür filmde, filmin neresinde yer alıp, ne için kullanılacağını, nerede başlayıp, nerede sonlanacağını, ne kadar süreyle kullanılacağının yanıtlarını içermesi yönüyle doğru sorular sorar. Yanıtını filmin dramaturji çözümlemesi üzerinden verme çabası film-müzik ilişkisi açısından doğru analitiği açığa çıkartabilir.

Sinemayı yönetmen sanatı olarak kabul ettiğimizde yönetmenin, film için üretilecek müziğin estetik ve sanatsal sonuçlarından da sorumlu olması beklenir. Gişe kaygılarını öne çıkartanları atlarsak, yönetmenlerin müzikle kurduğu ilişkideki sorunlu mecra ‘gerçekliğin kırılması’ derdidir. Gerçeklik ile sanat arasındaki temel tartışmayı bir yana bırakırsak, biraz da şehir efsanesine dönüşmüş Hitchcock ile filminin müzisyeni arasında geçtiği söylenen hikâye ilgi çekicidir. Usta asistanı aracılığıyla müzisyenine sordurur: “Usta denizin ortasında film çekiyoruz, izleyici sormaz mı nereden geldi obua, keman, piyano diye soruyor” der. Müzisyen: “Ustaya söyle o kamera, ışık nereden geliyorsa oradan” diye yanıtlar. Hikâyenin doğruluğundan çok sinemada müzik kullanımıyla ilgili öğretici ve tartıştırıcı yönü daha caziptir. Konuyu ‘sinemasal gerçeklik’ diye tarif edip noktayı koyalım.

Müziğin filmde yer almasındaki defolu nokta, müziği ses kuşağının ana bileşeni olmaktan çıkartıp, filmde oluşabilecek ses sorunlarını, oyundaki dramatik yetersizliği, konunun açığa çıkmaması ya da mekânsal -zamansal atmosferden kaynaklanan sorunları yani olası hataları kapatmak, duyguyu manipüle edip köpürtmek, her an bir şey olacak duygusu ve beklentisini izleyene dikte etmek gibi işlevler yüklemektir. Bir diğer sorunlu durum, müziği iyi veya kötü müzik ayrımına indirgeyen bakış açısı ve daha çok gişe kaygılarıyla pragmatik-endüstriyel fayda oluşturmaya çalışan yaklaşımlardır. Sorun, filmle müzik arasında dramaturji üzerinden kurulup kurulamayacağı tartışmalı olan ‘organik’ ilişki ve müziğin filmin dramaturjisine ve anlatım dili estetiğine yapabileceği katkıdır. Sinemada iyi ya da kötü müzik yoktur; müziğin doğru, yerinde ya da yanlış, yersiz kullanımı vardır.

Roland Barthes’tan bir cümleyle noktayı koyayım. “... duyma fizyolojik bir fenomendir; dinleme ise psikolojik bir edimdir, Dinleme bir şifre çözmedir; Müzik ses ve anlam üretir...”

‘Karantina’ günlerinizin hiç başlamayıp, ‘inziva’ günlerinizin de uzun sürmeyeceği, cıvıl cıvıl konserlerin olacağı, sinemaların, tiyatroların, sergilerin dolup dolup taşacağı, birbirimize doyasıya sarılabileceğimiz her anlamda yaşanılır bir ülkede buluşmak dileğiyle, sağlıcakla...