Yaşayan AKM

SELEN GÜLÜN

Aşkın ne demek olduğunu tüm boyutlarıyla doyasıya yaşayıp öğrendiğim ilk sevgilimle Milliyet Liselerarası Müzik Yarışması’nda tanışmıştık. O Saint Benoit Lisesi’nde bas çalıyordu, ben de kendi lisemin orkestrasında klavye çalıyordum. Tanışma anımızın fotoğrafı vardır, saklıyorum. Hayatımdaki en değerli fotoğraflardan biridir. Buluşmaya karar verdiğimizde tarih 11 Nisan Cuma’ydı. İlk buluşma... Okul çıkışında nefes nefese Beşiktaş’a gittim. Hem onun üzerindeki hem de kendi üzerimdeki kıyafetin tüm ayrıntılarını hatırlıyorum. Beşiktaş’ta bir kafede oturduktan sonra “Biraz yürüyelim” dedik. Ortaköy’e doğru yürüdük. Bana yürüyüşün sonunda hayatım boyunca duyduğum en romantik laflardan birini söyleyiverdi. “Seni sıkmadan seninle daha fazla vakit geçirmek istiyorum. Ayşegül Sarıca, Çaykovski Piyano Konçertosu çalıyormuş İDSO konserinde bu akşam, AKM’ye gidelim mi?” dedi. O zaman cep telefonu ve internet yok. Hazırlanıp gelmiş. Gittik tabii...

Uzun bir ilişki döneminden sonra ayrılığımız iki yıl sürdü. Beni bir şekilde yeniden buldu. Sürprizlerle dolu bir insandı. Wagner’i çok sevdiğimi bilir, Türkiye’de o zaman önemli bir prodüksiyon vardı ve Uçan Hollandalı operası sahneleniyordu. “Bilet aldım benimle Uçan Hollandalı’ya gelir misin?” dedi. Gittim. İki yıl sonra, zamanında yaşamamız gereken tüm gerginliği Uçan Hollandalı’da yaşayıp bir de yüzleşmeye çalışınca izleyen insanları rahatsız ettiğimizden mecburen operayı bitiremeden AKM’yi terk etmek zorunda kaldık.

80’li yılların sonunda İstanbul Caz ve Klasik Müzik festivalleri henüz ayrılmamıştı ve İstanbul Müzik Festivali adında yapılırdı. Programda her türden müthiş konserler olduğundan en büyük heyecanımız bilet bulabilme telaşıydı. Bunun için festival organizatörlerinin hazırladığı, üzerinde her konsere ait kutucuklar olan zarflar vardı. Onun üzerine hangi biletten kaç tane istediğimizi yazar, talebimizi söylenen günde elden teslim ederdik. Fakat geceden AKM’nin önünde, istediğimiz konserin biletine ulaşabilmek için uzun kuyruklara girerdik. Öğrenci biletleri malum, sayıyla sınırlıydı. Elbette bizim de paramız yoktu. 

Günler öncesinden hazırlıkları yapar, birbirimizin listelerini kontrol eder, AKM’ye gider sıraya girer, numara alır, çadır kurardık. Beklerken canlı, çalar-söylerdik. Sabah olunca zarfımızı teslim eder, koşarak Saray’a kahvaltı etmeye giderdik. Sıcak sıcak çay-poğaça. O zarfı her yıl teslim ederkenki heyecanı şimdiki Türkiye’ye anlatabilmem mümkün değil. O festivalde, ölmeden önce Miles Davis’i canlı izledik. Moskova Devlet Senfoni Orkestrası’nı, adını saya saya bitiremeyeceğim kadar çok harika sanatçıyı, sevgili hocam Aydın Esen’i sahnede ilk defa AKM’de, bu festivalde izledim.

Çocukken annem, ablam ve beni her cumartesi sabahı AKM’ye İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası konseri dinlemeye götürürdü. Kendisi eserleri tanır, ‘jukebox’ gibidir, ciddi bir dinleyicidir. Orkestra’nın popüler eserleri vardı, her daim çalmayı sevdikleri; mesela Çaykovski 4. Senfoni, Mozart 40. Senfoni, Mozart 21. piyano konçertosu, Sibelius keman konçertosu, Bir sergiden tablolar... Mesela Verda Erman, Rahmaninof 2. Piyano Konçertosu çalacakmış o hafta sonu, bizde acayip bir heyecan olurdu. Konserlere ben ortaokula başlayana kadar, annem, ben ve ablam şeklinde bir üçlü olarak gittik. Konservatuvar öğrencisi olunca konu değişti tabii. Aileyle gidilen cumartesi sabah konserleri, liseden arkadaşlarla gidilen cuma akşamı konserlerine bıraktı yerini. Bir nevi özgürlük alanı olarak AKM. Bilet paran olmayınca ya da bilet bitmişse, kapıda aradan kaçılan konser heyecanı. Şimdi düşünüyordum da kapıdaki görevliler o kadar yıl aynıydı, bizim kaçtığımızı farketmemiş olamazlar. Görmezden geliyorlardı muhtemelen. Bizim de sıvışmak hoşumuza gidiyordu işte, ne yaparsın? Gençlik. Sonra hafta sonu konservatuvardan arkadaşlarla gidilen operalar var tabii bir de. Nasıl kızardık orkestraya çalamıyorlar, çalışmıyorlar diye? Havalıyız ya biz. Genciz. İdeallerimiz vardı. Hepimiz çok iyi müzisyen olacaktık. AKM hep orada kalacak zannediyorduk mesela!

Tek başıma gittiğim tuhaf bir caz konseri vardı. On beş yaşında, olmalıyım. Sanırım grubun adı Blue Box’tı. Fildişi rengi, yün eldivenlerim vardı, onları taktığımda kendimi çok iyi hissederdim. Çok soğuk bir gündü. Yeni caz akımı vs. okuyunca konser tanıtımında, hemen gittim. AKM küçük salondaydı konser. Orada uzaktan tanıdığım, diğer konservatuvardan, haklarında “İyi müzisyen ama çok serseri” diye konuşulan benden yaşça büyük iki oğlanla tanışmıştım. Birlikte çıkmıştık konserden, beni eve kadar bırakmışlardı. Kendimi ilk defa kendi kararlarını veren, özgür bir birey olarak hissettiğim en kuvvetli andır. Hiç unutmam o konseri. Küçük salonda ablamla beni tiyatro oyunlarına götürürlerdi. Küçük Prens’i izlemiştik mesela. Ben Patrick Süskind’in Kontrbas kitabının oyununu izlemiştim orada, fena etkilenmiştim. Ama en önemlisi, AKM küçük salonda hayatımı değiştiren, müzisyenlik tercihlerimi yerinden oynatan iki konser izlemiştim. Birisi İlhan Mimaroğlu’nun kendi seçimi elektronik müzikleri çalıp anlattığı konserdir. Bülent Arel’den de çalmıştı. Aklım çıkmıştı, “bu nasıl bir müzik” diye. Bir de arka arkaya üç gün süren ve Almanya’da yazılmış hep en yeni çağdaş “ensemble” eserlerinin çalındığı Berlin’den gelen çağdaş müzik grubunun konser dizisi benim bir daha ehlileşmemek üzere tonal merkezli müziklerden uzaklaşmama sebep oldu. Teşekkürler AKM. Çoksesliliğin ve çok renkliliğin için minettarım.

Senelerce ikinci evim gibi yaşadığım AKM’ye yurtdışı öğrenciliğim ardından 2004’te Evin İlyasoğlu’nun “Kadın Besteciler” - dünden bugüne paneline Yüksel Koptagel, Meliha Doğuduyal gibi son derece önemsediğim bestecilerle birlikte konuşmacı olarak geri döndüm. Bilgi Üniversitesi Müzik bölümü öğrencilerimle operalara gittim. Kapıları kapatılana kadar. Fakat en son hatıram belki de AKM’nin en güzel hallerinden biri. Tüm canlı renkleriyle hep birlikte gördük izledik o halini, 31 Mayıs’tan 15 Haziran 2013’e kadar. İşte bütün bunlar yüzünden bırakmayacağız. Çoksesliliğe olan tam inancımızla AKM’yi yıktırmayacağız!