Hatay’ın yaşadığı acının ve öfkenin boyutunu özetleyebilmek mümkün değil. Kime dokunsam, kime soru sorsam, hep aynı sözleri işittim: Biz bir başımıza kaldık. Devlet neredeydi? “100 yıl yaşasam dahi unutamam” demişti bir depremzede. Unutulmamalı bu yaşananlar. “İnsanların çığlıkları hâlâ aklımızda” diyenlerin acıları… Sorumlular cezalandırılmalı.

Yasla kaplı Hatay'da ne gördüm? Bir şehrin yok oluşu
Fotoğraflar: BirGün

Uğur ŞAHİN

Maraş merkezli 6 Şubat depremlerinde yıkımın en derinden hissedildiği kentlerin başında geliyordu Hatay. Bir hafta boyunca harap haldeki sokakları adımladım; bir kent yok olmuştu. Acının, çaresizliğin ve öfkenin hiç bu denli yaşandığına şahit olmamıştım.

Boynumda asılı bir fotoğraf makinesi, elimde bir not defteri… Kime soru sorsam, kime dokunsam hep aynı sözler işittim: “Biz bir başımıza kaldık. Bunu hak edecek ne yaptık? Devlet nerede?”

Her yer yıkıktı, her yer… Misal hayatımda daha önce hiç ceset kokusu duymamıştım. Armutlu Mahallesi’nde bir enkazın önünde aldım o kokuyu… Bir anne burada, enkazın başında çaresizce oğlunu bekliyordu. Sonradan öğrendim ki kendisi de enkaz altında kalmış, kurtarılmış… “Çok ihmal oldu. Bu dünyada çektiğim azap daha bitmedi” demişti. İşte ertesi gün ekipler, o enkazdan bu annenin oğlunun cansız bedenini çıkardı. Buradaki binaların çoğu, depremin altıncı saniyesinde çökmüştü. Düşünün, sadece altı saniye… Demiştim ya, daha önce hiç ceset kokusu duymamıştım diye. Şimdi ise hiç gitmiyor o koku burnumdan…

Defne’deki Gün Apartmanı’nın önü… Enkaz önünde kimi umutlu, kimisi umutsuzdu. Çıkan her cenazede aileler feryat ediyordu.

‘AKŞAM OLMASIN’

Yerle bir olmuş Hatay sokaklarında kimi hemen gazeteci olduğumu anladı, medyaya sitem etti. “Biz konuşuruz ama sen bunları yazabilecek misin?” dedi. Zira yandaş medya, sadece ‘mucize kurtuluş’ haberleri yapıp gerçeğin üstünü örtüyordu. Kimisi ise beni ‘görevli’ sanmış olacak ki, ya çadır istedi ya da buna benzer başka bir ihtiyacını karşılamamı… Neden mi? Çünkü koordinasyon yoktu bu kentte. Kaldırımlarda dağıtımı plansızca yapılan ya da kullanılamayacak durumda olmasına rağmen gönderilen giysi ve ayakkabı birikintileri vardı. Kitle örgütleri ya da partilerce kurulan yardım çadırlarının önlerinde uzun kuyruklar… Depremin üzerinden günler geçmişti. Halka hâlâ çadır dağıtılamamıştı. Derme çatma çadırlarda kalıyordu yurttaşlar. Soğuk havalarda, kendi deyimleriyle “sera çadırlarında” kalmaya mecbur kalmışlardı. Küçücük çadırlar, o kadar kalabalıktı ki… O çadırlarda kalanlardan birisi, “Akşam olmasın, hava soğuk oluyor, karanlık olunca da korkuyoruz” demişti özetle… Bir diğeri, “Çadırım yok, açıkta yatıyorum. Paramız da yok, arabamız da, gelirimiz de. Kaldık böyle. 4-5 battaniyeye sarılarak yatıyorum" ifadesini kullanmıştı. Deprem travmasına, bir de bunlar eklenmişti.

Harap haldeki Armutlu Mahallesi’nde bir enkazın önü... İçeriden üç kişinin cansız bedenine ulaşıldı. Bir kadın, bu esnada feryat ediyordu: “Nasıl kurtaramadık oğlumu?”

ANILAR, FOTOĞRAFLAR…

Enkaz başlarında yaşanan acıyı tarif etmek mümkün değil. Çıkarılabilen anılar, hatıralar, fotoğraflar… Armutlu’da oğlu enkaz altındaki bir anne, “Nasıl kurtaramadık oğlumu?” diye feryat ediyordu. Şurası çok açık, müdahaleye geç kalınmıştı. İnsanlar kendi imkânlarıyla yakınlarını göçük altından çıkarmıştı. Bir depremzedenin, “Ben vergilerini ödeyen biriyim. Üç gün boyunca yalınayak, ekmeksiz ve susuz kaldım. Bir başımıza bırakılmış gibiyiz” sözleri ile öğretmen oğlunu kaybeden bir babanın sarf ettiği, “Biz de öldük ama gömülmedik” cümlesi her şeyin özeti gibi.

Şehirde hijyen büyük sorun, hâlâ da bu sorun çözülmüş değil. İnsanlar en temel ihtiyaçlarını bile gideremiyordu; sıcak suya hasretlerdi. “Depremden kurtulduk, salgından korkuyoruz” ifadesi de çok kez çalındı kulağıma.

Yasla kaplı bu kentte kalanlar, ya yoksulluktan bir yere gidemiyordu ya da enkazı başında bir yakınını bekliyordu. 1 milyon 700 bin nüfusa sahip şehir, korkunç bir göç veriyordu. Derme çatma bir çadırda, ağır hasarlı evinin bahçesinde kalan gözü yaşlı bir depremzede, şöyle demişti: “Ailem dağıldı. Kimse bakmıyor, sormuyor. Keşke ölseydim de bunları görmeseydim.”

Enkaz başlarında yakınlarını bekleyenler gibi, sokaklara yakınlarının kayıp ilanlarını asan yurttaşlar da vardı. İlan bastırabilecek imkâna sonradan ulaşabilmişlerdi. Ellerinde bir fotoğraf ile akrabalarını bulmaya çalışmışlar… Bundan daha acı ne olabilir?

Yurttaşlara gönüllülerce yardım dağıtılan noktalardan biri. Bir çocuk, elinde oyuncak…

UNUTULMASINLAR

Kent merkezinin dışında durum daha da vahimdi. Neredeyse sağlam bir bina yoktu Narlıca Mahallesi’nde. Burası Suriyeli sığınmacıların yoğunlukta olduğu bir mahalle. Onlarla ilgili yaftalama haberleri çıkarken abisi ile yengesinin altında olduğu enkazın başında, depremin 12’nci gününde bekliyordu bir sığınmacı; “Her gün buraya gelip bekliyorum. İmkân yok, makina yok" diye konuşmuştu.

Kızını enkazdan kurtaran bir yurttaş, “100 yıl yaşasam dahi, yaşadığım hiçbir şeyi unutamam” demişti. Unutulmamalı bu yaşananlar. “İnsanların çığlıkları hâlâ aklımızda” diyenlerin acıları…

Bitirirken… Bir depremzedenin sarf ettiği şu sözler hafızamda: “Her ailede kayıplar var. Toplu mezarlar olmaya başladı. Kim bundan sorumluysa, onların cezalandırılmasını talep ediyoruz. Niye yetkililer bizi yalnız bıraktı?”

Suçlu sadece müteahhitler olamaz. İmar planlarını hazırlayanlardan uygulayana tüm sorumlular yargılanmalı.

Hatay, bir nevi ‘hayalet şehre’ dönüşse de, halkın yaralarına merhem olmak için gönüllüler sahada. Ali İsmail Korkmaz, Ahmet Atakan ve Abdullah Cömert’in silüetleri Armutlu sokaklarında. "Sevgiden tuğlalarla, yeniden kurarız bu kenti…" Çünkü onlara borcumuz var!