Kitle, duygularıyla ve kişisel inançlarıyla karar veren ancak bu kararda diğerine varolma alanı tanımayan bir uzlaşmazlık tutumu medyada var oluyor. Bu bir gerçeklik olsa bile herkesin doğrusunun farklı olduğu, sadece kendi doğrusunu kabul edip diğerininkini dışladığı veya hakir gördüğü bir ortamda ortak akla ve sağ duyuya ulaşmak neredeyse imkansız.

Yayılan yalanlar ve kitle

ÖZDE ÇELİKBİLEK

İletişim, insanlık serüveninin başladığı ilk günlerden itibaren en az karnımızı doyurmak kadar elzem bir ihtiyaç olarak hayatımızdaki varlığını sürdürüyor. Yüzyıllar geçiyor, sınırlar, sistemler değişiyor ve her geçen gün yeni araçlar bularak bu ihtiyacımızı gidermek adına yeni araçlar geliştiriyoruz. 21. yüzyılda iletişim kurmak, 19. yüzyıla göre artık çok daha kolay. Telefonlar, tabletler, bilgisayarlar ile dünyanın bir ucundaki insana temas edebiliyor, bilgi alabiliyor ve bunu kişisel hesaplarımızdan paylaşabiliyoruz. Artık herkes bu hesaplar sayesinde düşüncesini ve duygusunu binlerce insanla paylaşabiliyor, birleşebiliyor ve hatta buradan harekete bile geçebiliyor.

PEKİ YA HAKİKAT?

Geçen ekim ayında Fransa’da, Samuel Paty adlı öğretmen ifade özgürlüğü ile ilgili bir ders sırasında, Muhammed Peygamber'in karikatürlerini öğrencilerine gösterdiğinin iddia edilmesinin ardından başı kesilerek öldürüldü. Paty'nin, katledilmesine götüren süreçte internette bir kampanya başlatılmış ve İslamcı çevrelerin hedefi haline gelmişti. Ancak bu iddiaların yalan olduğu, 13 yaşındaki bir kız çocuğunun itirafının ardından geçen günlerde ortaya çıktı. Resmi olarak adı verilmeyen 13 yaşındaki öğrenci, babasına Paty'nin, ifade özgürlüğü ve dini değerlere hakaret konusunu işlediği ders sırasında Muhammed Peygamber'in karikatürlerini gösterirken Müslüman öğrencilerden sınıftan ayrılmalarını istediğini söylemişti. Fransız medyasının elde ettiği bilgiye göre öğrenci yetkililere verdiği ifadesinde, "Karikatürleri görmedim” diye itiraf etti. Aslında soruşturma sırasında ortaya çıkan gerçeğe göre aslında o esnada sınıfta bile değildi.

Fransa’da Samuel Öğretmen, Türkiye’de “Kabataş”… Dünyanın birçok farklı yerinde her geçen gün binlerce yalan haber yayılıyor ve kitleler bunlardan etkilenerek saldırganlaşıyor ve sonuçları ağır oluyor. 'Hakikat Sonrası' kitabına katkı veren akademisyenlerden Doç. Dr. Esra İlkay Keloğlu İşler ile medya ve hakikati konuştuk.

Her gün binlerce yanlış bilgi medyada binlerce insana ulaşıyor ve bunlar yeri geliyor insanları harekete geçiriyor. Peki, insanlar bunların gerçekyayilan-yalanlar-ve-kitle-852252-1. olduğu kanısına nasıl varıyor?

Hakikat ötesi çağı diye adlandırılan bir çağ var. Bu normalde politikacıların aşina olduğu gibi değil, halkın tepkisine dayanan, yalanın bir ‘norm’ olduğu, enformasyonu değerlendirirken neredeyse ölçüt haline geldiği bir dönemi anlatıyor. Bu çağ, duyguların akılcılıkla, mantıkla değerlendirilmesi yerine hakikat düşüncesini tehdit ettiği bir dönem olarak adlandırılıyor. Modern çağın popüler medyası, doğası gereği, yarattığı veya halihazırda yaratılmış yanılsamalara, herkesin memnuniyetle katılması ve aynı zamanda birbirleriyle etkileşime geçmesiyle cazip hale geliyor. Modern meddahların, kanaat önderlerinin ve sıradan insanların medya üzerinden ürettiği, anlattığı yaydığı ve yorumladığı hikâyelerin, hakikati alt üst etmesi, onun tahtından indirilmesiyle gerçekleşiyor. Gerçekliği, doğruya ilişkin algıyı bozarak hakikatten uzaklaştıran, bunu da medya aracılığıyla yapan en önemli kavramlardan biri dezenformasyondur. Çoğunlukla yanlış yere yerleştirilmiş, parçalanmış, yüzeysel, gazetecilikte “derin arka plan” dediğimiz o arka plandan yoksun, uydurulmuş enformasyon… Bunun en kötü etkisi, uluslararası haber ağlarına yayılan bir hale dönüşmesi.

Bu durumun etkileri nelerdir? Aslında doğru soru, bu durumun kötü etkileri nelerdir?

Bunun en kötü etkisi zihindeki mevcut gerçeğe dayalı enformasyonu yerinden etmesi. Dolayısıyla ben bunu, illüzyon olarak nitelendiriyorum. İllüzyon, “yanılsama” anlamına geliyor. Aynı sihirbazların yaptığı gibi, gözden gerçeği kaybetmek ve onun yerine tamamen yanılsamayı yerine koymak… Bunun sonucu da bir manipülasyon ve sömürü olarak geri dönüyor.

Hakikati yaratmada medyanın rolü nedir?

Aslında bu olayların klasik medya ile yeni medya arasındaki çatışmadan çıktığını düşünüyorum. Klasik medyada, haber yapılabilmesi adına derin arka planı soruşturacak bir zaman var. Şimdi hız çağında haber sürekli olarak akıyor ve hızlı bir biçimde hem akmaya hem de kişiler arasında da yayılmaya başlıyor. Haber sadece paylaşılmakla kalmıyor, aynı zamanda dijital medya etkileşimsel olduğu için hem haber hakkında yorum yapılıyor hem de insanlar kendi algılarına, referans çerçevelerine göre haberleri yorumluyorlar. Dolayısıyla da burada başka bir sorun ortaya çıkıyor. Çoğu zaman demokratik olarak görülen ve kutsanan çokça yüceltilen “yurttaş haberciliği, klasik medyadaki üretim aşamalarındaki doğrulama ve kaynağını araştırmadan yoksun kalarak ne yazık ki problemlere neden oluyor. Daha ilginç olanı haberciler giderek daha fazla bu enformasyonu haberleştirmeye başlıyor.

Bu durumu biraz açabilir miyiz?

Örneğin, Samuel Öğretmen'in öldürülmesi olayında bu grubu şöyle düşünebiliriz: Bir “manevi getto”ya sıkışmış insan topluluğu. Bu grup duygusal, sürekli olarak kendilerini savunma eğilimi gösteren, en ufak bir tehditte aşırı tepkiyi verebilen, saldırgan bir şekilde harekete geçebilen bir kitle. 2013 yılında, Gezi eylemleri sırasında Kabataş yalanında da, Samuel Öğretmen olayında da ortaya çıkan şey gerçek olarak ileri süren yalanlar ve yanıltıcı ifadeler. Rasyonel tartışmayı kısıtlı olarak aşağılamak ve argümanları da aşırı sağ eğilimindeki siyasi dünya görüşüne bükme isteği... Buna “gerçeği bükmek” diyoruz. Bu da daha çok haberciymiş gibi poz veren, aşırı sağ alternatif ağ kaynaklarında bulunuyor ve onlarla birlikte çalışan alternatif gerçekler (alt-fact). Buna uzun süreden beri birçoğumuzun aşina olduğu gibi “büyük anlatı”ların yaratılması eşlik ediyor. Var olan bir iki tarihsel gerçeği alırız ve onun üzerine başka bir anlatı koyarız. Alternatif gerçeklik, büyük anlatı ile yan yana yürüyor ve yeni bir ölçüt kuruyorlar. Hakikate ulaşmadaki sorunlardan birini, egemen anlatılara kolayca “uyum sağlamak” olarak varsaymak mümkün. Anlatının içeriğini sorgulamamak ve körü körüne inanmak, medya profesyonellerinin yönetimsel çıkarlar uğruna, ekonomik ve politik bağlamda halkın çıkarını ört bas ettiği hikâyelerde, halkı oluşturan herkes için sahte bilgiler yayılıyor.

Peki sorgulama ve inanma… Bunu nasıl kaybediyoruz?

İnsanı, insan yapan şey sorgulayan, çevresini gözlemleyen bir yapıya sahip olmasıdır. Örneğin bir kedi ortamı sıcaksa, güvenilir bir yerdeyse ve karnı toksa sorgulama yapmaz. Bir bitkiyi nereye koyarsanız koyun nedensellik bağı kuramaz tıpkı insandışı diğer tüm canlılar gibi sadece insan neden-sonuç ilişkisi kurar, yorumlar ve buna göre anlamlar inşa eder. Eğer büyük anlatılar kuruluyorsa ve buna körü körüne inanmaya hazır kişiler varsa, bu aynı zamanda bir zihniyeti oluşturur. Bu zihniyet kendinin dışındaki başka zihniyetlerle belirli bir fark içerir. Bizim bu haberde gördüğümüz aslında bu farkın somutlaşmış hali oluyor. Sorgulayan ve gerçeği arayan insana ile körü körüne inanan insan... Daha kötüsü hangisinin egemen olduğu… Eğer körü körüne inanmak egemense, yanlış bilgi çok daha hızlı yayılıyor ve kitleleri harekete geçiriyor. Bunu takiben yaşanan; farkında olan ve sorgulayan bireylerin, toplumun egemen “doğru”larına uymadığı kanaatiyle radikalleştirilmesi, sürü dışına atılması yargısıdır.

Kitle, duygularıyla ve kişisel inançlarıyla karar veren, ancak bu kararda diğerine var olma alanı tanımayan bir uzlaşmazlık tutumu ile medyayı takip ederek kendi de var oluyor, diğerini gözetliyor, takip ediyor ve etkileşime giriyor. Bu bir gerçeklik olsa bile, herkesin doğrusunun farklı olduğu, sadece kendi doğrusunu kabul edip diğerininkini dışladığı veya hakir gördüğü bir ortamda ortak akla ve sağ duyuya ulaşmak neredeyse imkânsız hale geliyor.