Kökeni, ekonomik durumu, cinsel yönelimi dolayısıyla yok sayılan, aşağılanan, şiddete maruz kalan karakterler -tüm gelgitlerine, çelişkilerine, tutarsızlıklarına ve hatta başarısızlıklarına rağmen- sefaletin pençesinden yeni bir benlik yaratarak kaçmaya, dolayısıyla özgürleşmeye çalışıyorlar.

Yazarak yazgıdan kaçmak: Üç çağdaş fransız romanının düşündürdükleri

İLKER KOCAEL | @ilker_kocael

Yoksul bir taşra ailesinden gelen parlak yazar Édouard Louis’ye, La Grande Librarie programının sunucusu François Busnel soruyor: “Kitabınızda ezilenleri anlatıyorsunuz ama bugün siz de şehirli ağzıyla konuşan, kitabı birçok dile çevrilmiş ünlü bir yazarsınız. Ezilenlerden ezenlere terfi ettiğinizi düşünmüyor musunuz?” Louis belli ki sorudan bir miktar rahatsızlık duyuyor, ezenlerin araçlarıyla ezilenler hakkında söz söylemenin öneminden bahsederek soruyu yanıtlamaya çabalıyor.

Toplumun çeperinde yaşam mücadelesi verenleri anlatan kitaplar yazıp kendini bir anda ayrıcalıklılar sınıfında bulmanın yarattığı muhtemel iç çelişkiler bir yana, son dönemde Fransa’da yok sayılan, dışlanan, aşağılanan, hor görülen, ekonomik ve toplumsal şiddete uğrayan kesimlerin hikâyelerine yönelik ilginin arttığını söylemek mümkün. Bu yazıda tam da bu tarife uyan üç romandan; yani Mahir Güven’in Ağabey romanından ve Édouard Louis’nin Eddy’nin Sonu ve Babamı Kim Öldürdü romanlarından söz edeceğim.

Fransa’da büyük ses getiren ve dilimize de kazandırılmış bu üç romanın her biri farklı biçimlerde de olsa sefalet içinde yaşayan karakterleri ele alıyor. Romanlarda sefalet; kaçınılması öyle güç bir toplumsal/genetik belirlenimcilik çerçevesinde sunuluyor ki, yer yer on dokuzuncu yüzyıl Fransız natüralizmi havası alıyoruz. Ekonomik ve toplumsal koşullar, çevresel etmenler, aile mirası; bunların hepsi birleşip karakterlere “Böyle gelmiş, böyle gider. Bu belirlenimlerden sıyrılıp kendi istediğin kişi olabilmen mümkün değil” diye haykırıyor. İşte romanlardaki çatışma tam da buradan doğuyor: Egemenlerin, toplumun, ailenin biçtiği rolleri reddetmek; yazgıya boyun eğmeden kendi karakterini oluşturabilmek mümkün olabilir mi?

Bu soruları etraflıca ele alan bu üç kitaba biraz daha yakından bakalım. Mahir Güven’in Ağabey romanında; Paris banliyösünde doğup büyümüş, kıt kanaat geçinmeye çabalayan, babalarının Suriyeli kökenleri nedeniyle sık sık ayrımcılığa maruz kalan bir ameliyat hemşiresinin ve onun Uber şoförü ağabeyinin hikâyesini okuyoruz. Hemşire olan kardeş, hastanedeki genç intern’lerden çok daha yetenekli olmasına karşın tıp okuyamamıştır ve bu yüzden de onlara büyük bir hınç duyar. Öfkesi bununla sınırlı kalmaz, Fransa’nın göstermelik eşitlik söylemine de verip veriştirir: “Bu ülkede eğitim meşalesinin nuru benim gibi insanları aydınlatmıyor. İstenmiyor bu insanlar. Kimse onlara nasıl becereceklerini göstermiyor. En beteri de ağızlarını açacak olsalar onlara dik dik bakıyor; saçlarıyla, giyim kuşamlarıyla, dinleriyle, televizyonda izledikleriyle ya da dinledikleri müziklerle dalga geçiyorlar.” (20) Hemşire bunu çok iyi biliyordur, çünkü babası Fransa’ya göç ettiğinde aynı bariyerlere takılmış ve doktora hayaliyle geldiği Fransa’da nihayetinde kıt kanaat geçinebilen bir taksi şoförü olmuştur.

Küçük kardeş bu sefalet dolu hayattan o kadar bunalmıştır ki, babası gibi hayatının sonuna kadar egemenlere hizmet edip göçüp gitmek yerine yazgısına başkaldırıp büyük bir girişimde bulunmak ister. Batılı devletlerin adalet konusundaki ikiyüzlü söylemlerine yönelik öfkesi ve dini hassasiyetleri, onu Suriye iç savaşında cihatçılara tıbbi yardım sağlayan İslami STK’lar ile yakınlaştırır. Ama onun asıl meselesi yazgısından kaçarak “biri olabilmektir”: “Bir kimlik kartındaki ad, soyad, numara ve görevden ibaret olmak değil, başkalarının gözünde bir kişilik olmak istiyordum.” (57)

İşin ekonomik şiddet boyutu bir yana, Ağabey’de, Suriyeli göçmen bir aileye mensup olmanın genç hemşireyi toplumsal düzlemde yoksul Fransız banliyö sakinlerinden bile daha aşağı bir yere doğru ittiğini görüyoruz. Édouard Louis’nin Babamı Kim Öldürdü romanı ise benzer biçimde, ekonomik şiddetin taşrada yaşayan sıradan bir Fransız’ın bedenine etkisini ele alıyor. Artık çok satan bir yazar olan Édouard Louis, uzun süredir görüşmediği babasını görmeye gider. Henüz 50’li yaşlarında bulunan babası artık yürüyemiyor ve geceleri nefes almak için bir makineye ihtiyaç duyuyordur. Ayrıca envaiçeşit hastalıktan muzdariptir. Louis’nin romanın devamında ortaya koyacağı gibi bu durumun esas sorumlusu, neoliberal politikalarla işçi sınıfının bedenini sömürüye açan siyasi elitlerdir.

Louis, geriye dönüşlerle bize babasını anlatır: Hatıralarındaki babası Fransa’nın aşırı sağcı partisi Ulusal Cephe’yi destekleyen, göçmenlerden tiksinen, bayağı zevklere sahip alelade bir taşra insanıdır. Ağabey romanına benzer biçimde, aile mirası ve taşrada içselleştirilmiş zihniyet kalıpları babasının hayatını şekillendiren baskın unsurlardır. Babasının babası da on dört yaşında fabrikaya işçi olarak girmiş ve hayatı boyunca orada çalışmıştır. Onun babası da ve onun babası da.

Soyaçekim yanında babasının yazgısını belirleyen bir diğer unsur baskın cinsiyet rolleridir. Louis’nin romandaki söyleyişiyle “Okulu olabildiğince çabuk bırakmak sana göre bir erkeklik meselesiydi, senin yaşadığın dünyanın bir kuralıydı.” (24) Bir erkek olarak babası “karı gibi davranmamış” ve otoriteye boyun eğmediğini dosta düşmana göstermiştir. Bu sebeple de eğitimin sağlayabileceği tüm olanakları bir kenara itmiş, taşralı bir gencin yapması gerektiği gibi okul disiplininden sıyrılıp işe girerek “erkekliğini” inşa etmiştir. Louis’ye göre babasının kuşaklar boyunca süren bu lanetli yazgıyı kıramamasının sebeplerinden biri de işte bu yerleşik toplumsal cinsiyet rolleridir: “Erkeklik seni yoksulluğa, parasızlığa mahkûm etti.” (25)

Aslında Louis’nin babasının yazgısından kaçma çabası da yok değildir: “Tuhaf aslında, babanın şiddetine sürekli tanık olduğun için asla şiddete başvurmayacağını tekrarlar dururdun, takıntı gibiydi sende, çocuklarına asla vurmayacağını söylerdin.” (19) O, babasına ve dedesine benzemek istemez, başka biri olacaktır. Hatta liseyi yarıda bıraktığında Fransa’nın güneyine taşınır, orada kuşaklar boyu devam eden soyaçekim zincirini kırmak ister. Ama ekonomik koşullar buna izin vermez ve aynı dedesi ve babası gibi “dangıl dungul” bir adam olup fabrikada bedenini egemenlerin hizmetine sunmak zorunda kalır.

Babasının bu başarısız girişimlerini nihayete erdirebilen Eddy’nin Sonu romanının kahramanı Eddy Bellegueule olur. Édouard Louis’nin çocukluğundan otobiyografik unsurlar içeren bu roman, hem taşrada işçi sınıfı bir aileye mensup olmaktan dolayı ekonomik şiddete uğrayan hem de efemine tavırları sebebiyle zorbalığa maruz kalan Eddy’nin hikâyesini anlatır. Ekonomik sefalet yetmezmiş gibi, Eddy’nin bir de cinsel yönelimi dolayısıyla karşı karşıya kaldığı şiddet ile başa çıkması gerekir. Ağabey’de hemşire kardeşin, Babamı Kim Öldürdü’de Louis’nin babasının yapmaya çalıştığı gibi Eddy, kuşaklar boyu devam eden soyaçekimden ve çevresel belirlenimlerden kaçıp kurtulmak, yazgısını kendisi belirlemek ister. Eddy’nin Sonu; yazarın kendi kimliğini reddeden, sürekli değişmeye ve yaygın cinsiyet rollerine uyum sağlamaya çalışan Eddy Bellegueule’ü öldürüp Fransa’nın en prestijli okullarında okuyan, çok satan kitapların yazarı Édouard Louis’yi yaratmasının romanıdır. Yani Eddy’nin yazgısına başkaldırıp, babasının yapamadığını yaparak Édouard’a dönüşmesinin hikâyesi.

Bitirmeden önce kitapların çevirileri üzerine de bir iki söz söylemeden geçmek çevirmenlerine haksızlık olurdu. Eddy’nin Sonu ve Babamı Kim Öldürdü romanları taşra argosunun, Ağabey ise banliyö argosunun çok çeşitli örneklerini barındırdığından bu kitapların çevirilerinin ayrı bir özen gerektirdiği muhakkak. Bir okur gözüyle söyleyebilirim ki, ilk iki kitapta Ayberk Erkay’ın, sonuncusunda ise Ebru Erbaş’ın sıkı ön hazırlık, ince işçilik ve yaratıcılık gerektiren bu çevirileri hakkıyla yaptıklarını vurgulamakta yarar var. Özellikle Ebru Erbaş’ın “Ne bileyim”in argosuna denk gelen cümleyi “Bilemiyorum Altan” diye yaratıcı bir ifadeyle karşıladığını görmek, bana kitap okurken sanırım ilk sesli kahkahamı attırdı.

Cervantes’in Don Kişot ile başlattığı ve haleflerinin de sıklıkla takip ettiği “verili koşullara razı olmayan, kimliğini dış koşulların elverişsizliğine rağmen kendi iradesiyle oluşturan, kendi kendini yaratan kahramanın yolculuğu” izleğinin etkisini bu üç romanda da takip etmek mümkün. Ağabey’de göçmen bir hemşirenin, Babamı Kim Öldürdü’de taşralı Fransız bir işçinin, Eddy’nin Sonu’nda ise taşralı ve işçi sınıfına mensup bir ailenin eşcinsel oğlunun yolculuklarında karakterler hep bir dönüşümün, hatta kendilerini baştan yaratmanın peşinde. Kökeni, ekonomik durumu, cinsel yönelimi dolayısıyla yok sayılan, aşağılanan, şiddete maruz kalan karakterler -tüm gelgitlerine, çelişkilerine, tutarsızlıklarına ve hatta başarısızlıklarına rağmen- sefaletin pençesinden yeni bir benlik yaratarak kaçmaya, dolayısıyla özgürleşmeye çalışıyorlar. Bize de egemenlerin düzeninin çatlaklarından sızan, kurmaca olmasına rağmen otobiyografik öğeleri baskın bu romanları okumak, farklı boyutlarıyla ezen ezilen ilişkisi üzerine daha derin düşünmek ve tüm bunları birbirimizle paylaşmak kalıyor.