Yazıyorrrrrrrr!

ALPER TURGUT

Spotlight filmini seyredip de, ‘ah be!’ demeyen gazeteci olabilir mi? Boston Globe Gazetesi’nin Pulitzer ödülü kazanan ‘özel haber’ ekibi ‘Spotlight’ın gerçek öyküsü bu. Hani bildik tabirle, artık her önüne gelenin, kendini ilan ettiği ‘araştırmacı gazetecilik’ yani. Garibim muhabir ahalisi, karda, tipide üşürken, güneş tam ensesinde boza pişirirken, yine de büyük bir inat ve ateşli bir sabırla, rutin haberi eşelerken, evine, ayağının dibine, bavulla gizli belge gelenler, oldu mu sana özel haberci, araştırmacı gazeteci. Hadi canım, yok öyle yağma, armut piş, ağzıma düş tipi kolay lokma. Spotlight ekibi, tırnakla kazıyor, tehlikeye göğüs geriyor, inandığı yoldan yürüyor, tüm gündüz mesaisini ve uykusuz gecelerini veriyorlar haber için, hatta izinlerini yakıyorlar, tereddütsüz. Ben burada filmi uzun uzun anlatmayacağım, özetle; 2000’li yılların başında, Katolik kilisede yaşanan büyük skandalın, sapkın rahipler dosyasının peşinde bu acar gazeteci tayfası, tacizci ve tecavüzcü din adamlarını isim isim deşifre etmek için. Film, yılın en iyi filmlerinden biri, buna kuşku yok, herkesin seyretmesi gerek, ama öncelikle ve özellikle tüm haberciler seyretmeli. Dinin başka, ahlakın bambaşka şey olduğunu, inancın farklı, vicdanın daha farklı olduğunu, sanırım açıklamaya gerek yok uzun uzun, zalimler, kötüler, her yerdeler, her görevdeler, işte mevzu, bu denli besbelli.

Elimizin altında, gözümüzün önünde, internet arama motoru olmayınca, gazetenin arşivi veya kütüphane dışında, haliyle yazılı bilginin kaynağı da pek yoktu, işte konunun uzmanı, kendi kişisel arşivini açmadıysa şayet. Cep telefonu da neymiş, dağ başında ankesörlü telefon bulursan şanslısın, hele telsiz varsa, değme keyfime. Manuel makineler, flaşı ve motoru da eklersen, yük taşıyormuş hissi veriyor, bir süre sonra… Hah! Çektiğini görmek de yok, film makaraları sayılı (sonradan zimmetli de oldular), kare sayısı da belli; klasik 36 (kesik film aldıysan, yarısı da olur) Tak, çıkart, sıkıştır, iki kez deklanşöre bas, makaranın yuvaya yerleştiğinden emin ol! Pazometre çalışmıyorsa, deneyimine güven, diyafram, enstantane, netlik hep sende, makarayı, gazeteye ulaştırmak ise zorlu bir mesele… Büyük Marmara Depremi’nin ardından, film makaralarını, karton çay bardağına koyup, üstüne yazıp, sonra bantlamış ve ardından otoyolda bir otobüsü durdurup, şoförüne, bunu otogara bırak, sana zahmet demiştik, öyle işte.

Spotlight’a imrenmemek elde mi yahu, hani zaman verseler, bir rahat verseler, detaya da gireceğiz, derine de ineceğiz de, makinalar beklemez, lanet matbaa, sinir bozacak denli dakiktir.

Bunları niye anlatıyorsun diyeceksiniz, çünkü yazılı basın ölüyor arkadaşlar. Sanal basın, matbuatın önüne çoktan geçti. Şişirilmiş gazete satışları, reklam kapmak için, yine de tiraj, bas bas bağırıyor, nüfus artıyor, ben ise tükeniyorum diyerek. İşte bu son düzlükte, BirGün gazetesinin, kapitalizmin vahşi cangılında ayakta kalması, çok önemli ve değerli, iktidarın havuzu veya büyük patronların medya dünyası dışında, özgür, bağımsız ve hakkı yenmişlerden yana basının yaşaması adına. Ve gazete satan gençlerin, “Yazıyorrrr!” diye bağırması şart, sağır sultanlara inat.

Habercilik filmlerine geçmeden önce hatırlatalım; Örümcek Adam Peter Parker, gazetede fotoğrafçı, Süpermen Clark Kent ise muhabir idi. Eee haliyle gazeteci, süper kahraman olmak zorunda, azıcık maaş, çokça bela, idealist olmadan, bunca çile çekilmez ki. Üstelik mevcut hallerin en mantıklısı, bir gazetecinin süper güçlerinin olması, insaf edin kardeşler, kalemle, not defteriyle, kayıt cihazıyla, fotoğraf makinesiyle, kamarayla, mikrofonla, dizüstü bilgisayarla, doğal ve suni afetlerden (insan) korunmanın imkânı var mıdır? Kaç meslektaşı mezara, kaç meslektaşı hücreye koydular, kimini koruyamadık, kimi için çoğalamadık. Her neyse…

Güzelim Tanrı Kent (2002) filminde, vahşetin ve dehşetin tam ortasında, bizim ergen Roket’in düşlerini, gazeteye basılacak fotoğraflar süslüyordu, Ateş Altında (1983) adlı unutulmaz yapıtta, kahramanımız savaş muhabiri Russell Price, isyanın büyüdüğü Nikaragua’da, tarafını seçmek zorundadır, ya zalimden, ya da haklıdan ve doğrudan yana… O, iyi çocukları seçer, çok şükür. Nikaragua’dan, savaş muhabirlerinin yine kelle koltukta çabaladığı El Salvador’a geçelim, Oliver Stone’un erken filmlerinden Salvador (1986), aslında ABD, fena ülke değil temasıyla, sinir bozucu olabilir. Yerkürenin meşhur jandarma ülkesinin, saldırgan politikasını kaşıma, topu, kötü ve bencil idarecilere at, oh ne ala dünya…

Ace in Hole (1953), taşralı gazeteci Chuck Tatum (Kirk Douglas), tünelde sıkışan bir adam üzerinden aradığı meşhur olma fırsatını yakalar, meseleyi çarpıtarak, ülke geneline yayar. Reytingin, etik denen şeyi nasıl ezdiğini anlamamak saflık olur, 63 yıl önce de, aynı yozluk, değişen bir şey yok! Gece Vurgunu’nda (2014), reyting savaşlarının, acımasızlığını ve asla kural tanımadığını, Louis Bloom karakteri üzerinden görürüz, resmen şeytana pabucunu ters giydirir bu eleman.

Yurttaş Cane (1941), Call Northside 777 (1948), Başarının Tatlı Kokusu (1957), Shock Corridor (1963), Parallax Esrarı (1974), Başkanın Tüm Adamları (1976), Şebeke (1976), Tehlikeli Bir Yıl (1982), Ölüm Tarlaları (1984), Özgürlük Çığlığı (1987), Haberler (1987), Saraybosna’ya Hoşgeldiniz (1997), Köstebek (1999), Ölümle Yaşam Arasında (2003), Shattered Glass (2003), İyi Geceler, İyi Şanslar (2005), Zodiac (2007), Frost / Nixon (2008), The Children of Huang Shi (2008), Devlet Oyunları (2009), Nothing But the Truth (2008), Balibo (2009), Elçiyi Öldür (2014), seyretmediyseniz şayet, habercilik ile ilgili bu filmleri, alın derim listenize.

Sene 1994’tü. Özgür Ülke gazetesinin, İstanbul Kadırga’daki binası bombalanmıştı, Milliyet’te izlenimlerimi yazmıştım, başlık; “Dehşeti yaşadım” idi. İşte ‘Press’ filmi, 1990’ların başında, Özgür Gündem’in Diyarbakır Bürosu’nda, bir gün değil, her gün dehşeti yaşayan gazetecileri anlatıyor. Aradan onca sene geçti, doğu cephesinde değişen bir şey yok!