Bir ‘tık’la her bilgiye ulaşılan bir ortamda bilginin niteliği ne denli önem taşıyabilir? Nazım Hikmet’ten bir şiir istiyorsunuz bir tıkla önünüze geliyor: Ama bir gerçek var ki, önünüze çıkan metinlerin bir kısmı onun değil!

‘Yeni bilim’: Yozgat’ta deniz var mı?

Aydın Afacan

Baştan söylemeli: Başlıktaki ‘yeni bilim’in Giambattista Vico’nun o ilham dolu eseri ‘Yeni Bilim’ (Scienza Nuova) ile bir ilgisi olmadığı gibi, ‘Yozgat’ta deniz var mı?’ sorusunun da Anadolu’nun bazı yerlerinde bulunan deniz kabuğu vb. kalıntılar dolayısıyla buraların eskiden denizle kaplı olduğuna ilişkin ‘bilimsel merak’ veya ‘tecessüs’le ilgisi yoktur. Bu, son günlerin tartışma konusu olan yüz bin civarında üniversite adayının ‘sıfır’ıyla da bağlantılı bir durum. Eskiden olsa bir ‘utanç’ söz konusu olabilirdi belki. Şimdi ne söz konusu ‘sıfırlılar’ kesiminde ne de bunun sorumlusu olanlarda herhangi bir utanma belirtisi görülüyor. Muktedir kesimden muhaliflere eğitimcilerde hâlâ eski iddia ve eleştirilerle yetinilir çoğunlukla. Sözgelimi sorunun temelini işaretlemek açısından kesinlikle doğru bir tespit olan ‘eğitimdeki eşitsizlikler’ vurgusu, bugün ortaya çıkmış durumu açıklamakta yeterli midir? Giderek herkesi etkisi altına ‘post-cehalet’in etkisi nedir örneğin? Sosyal medya nasıl bir özgürlük alanıdır?


Bilim, eğitim, sanat…
‘her şey her yerde’!


Pandemide insanların bilimi ‘sevip saydıkları’ düşünüldü bir zaman, oysa ‘gürültücü çoğunluğun’ ilgilendiği şey ‘bilimsel deneyler’ üzerine kurgulanan komplo teorileriymiş… Pandemi koşullarının estirdiği ‘pozitivist hava’ ne çabuk dağıldı? Kitle kültürü çok çabuk biçimde astrolojik kurgularına, ‘çakralarına’, yeni metafiziklerine döndü.

‘Yeni bilim’ bir bilimsel gelişme aşaması veya dönemi değildir, tuhaf biçimde Orwell’in 1984’ünü çağrıştıran bir kavram. Demokrasi, barış, çevre duyarlığı, yurttaşlık bilinci, dahası gündelik hayatını doğrudan etkileyen basit siyasal ve ekonomik gelişmeler konusunda bile tam bir ‘akıl tutulması’ sergiliyor ‘gürültücü çoğunluk’. Cehaleti konusunda son derece rahat, utanmak şöyle dursun ondan ötürü hayli memnun da! Sosyal medyada bolca sergilenir: “Hun devletinin Türklere vizeyi kaldırdığına” sevinenler, “Mars’ı akşam karanlığında görebildiğini Macaristan’ı ise göremediğini bundan dolayı Mars’ın daha yakın olduğunu” söyleyenler, “Osmanlı Devletini Atatürk’ün kurduğunu” düşünenler, Van Gölü’nün Türkiye’nin en büyük ‘canavarı’ olduğunu düşünenler… Bu değerlendirmelerin ‘satır aralarına’ bakınca cehaletin yarattığı ‘görme biçimi’ ve arkasındaki ‘büyük birader’ insanı gerçekten irkiltiyor. Herkes halinden memnun çünkü beyinleri felce uğratan süreç, insanların vicdan ve izanlarını iyice köreltti. ‘Yeni mühendislik’, hayatı tüketim ideolojisi çerçevesinde şekillendiriyor. Ivan Illich’in vurguladığı gibi: “Hayal, fikir, duygu ve düşüncenin mühendisliklerce planlanmış medya vasıtasıyla paketlenip dağıtılan ürünleri, gece gündüz devamlı bir surette anlayışımıza saldırmaktadır.”

‘Tik’ ve tık’tan ‘tik tok’a…

Kuşku yok, her ‘gelişme’ kendi süreç ve araçları ile gelir. Gelgelelim “fazla şikâyet etmenin anlamı yok” gibi ‘liberal’ veya ‘demokratik’ yaklaşımın kendisi bile bu ‘yeni gelişmeler’in tehdidi altındadır. İnsanın ifade uğraşısı açısından çağlara bakıldığında, söz konusu ‘gelişmeler’ iç karartıcı düzeydedir. Söz bitti, yazı bitti; ‘görüntü’ adım adım her şeyi her yeri kapladı. Cehaletin bilgiyi aşağıladığı bir zaman; hem de ‘bilgi çağı, aydınlanma’ vb. sloganlar altında! Sosyal medya ağları arasındaki kıyaslamalar bile ‘görüntü lehine’: Belli düzeyde söze dayalı paylaşımlara açık ağların, tamamı görsel sunuma dayalı ağlar karşısında ‘yaşlı’ ve ‘demode’ görülmesi örneğin… Bir ‘tık’la her bilgiye ulaşılan bir ortamda bilginin niteliği ne denli önem taşıyabilir? Nazım Hikmet’ten bir şiir istiyorsunuz bir tıkla önünüze geliyor: Ama bir gerçek var ki, önünüze çıkan metinlerin bir kısmı onun değil! Biraz vulger bir söyleyişle, bilgiyi bu türden bir ‘tık’a bağlayan sürecin sınavı ‘tik’e indirgemesi kaçınılmaz oluyor! Sınav, sistem yanlışlıkları, eşitsizlikler bir yana sonuçta öyle ya da böyle bilgiye dayanır. Peki, ifade dünyası büyük ölçüde anlık ‘tik tok’larla kaplı bir gencin bu bilgi karşısındaki ‘sabır’ düzeyi ne olacaktır? 20. yüzyılın başında ‘hız’ı onca yücelten fütüristler, 21. yüzyıl başındaki bu ‘hız’ için ne derlerdi acaba? Gerçi onların düşü ‘betonarme dağlara’ çarpalı çok oldu ama bu soru yine de kalsın. Söz buraya gelmişken: ‘Yeni bilim’de, ‘anlaşılmaz ve tuhaf bir dil kullandıkları’ gerekçesiyle sanatçıları, aydınları suçlayan şu sabık popülist suçlamalar da seyreldi. İnsanlar bu tür şeylerle ilgilenmiyorlar artık. Neden? Çünkü herkes kendi söylediğiyle ilgileniyor, belki de çevresindeki birkaç kişinin söyledikleriyle. Sonuç, toplumu kuşatan cehaletin ‘arsız’ bir cüretle sergilenmesi…

Şiir ‘Paragrafı’

Bu ‘paragraf’ın konuğu Sezai Sarıoğlu’nun ‘harami’ şiiri… Şiir, yanına okul çocuğunu alarak “insanın çocukluğuna iniyor”. Mecaz toprağından beslenen bir söyleyişle eğitimden tarihe uzanan eleştirel bakışın dile gelişi ‘harami çocuk’. Şiirin, Ivan Illich’in okula ilişkin keskin eleştirilerini çağrıştıran bir yanı da var. Ayrıca ‘ders’ pratiklerinin gündelik hayat kadar masalsı ve mitik öğelerle buluşması, çağrışım alanını genişleterek şiiri ‘gündelik gerçekliğin’ tekrarına dayalı retorikten de korumaktadır:

öğretmen bu tarafa bakıyor
en iyisi susar gibi yapmak

ne öğrensem dertleniyor bir yanım
sokaktan getirdiğimi karatahta siliyor
elmanın çıkardığı ses dişe yasak
havva’ysa, yapraktan ibaret değil
dilinde köz söndüren dili perdesiz nine
günde beş vakit sesini eşeleyip
ne beş kocadan ne de cumhuriyet’ten
bir şey anladım, diyor

iç çekiyor taşın sesini yükselten ermeni usta
çocuğun kirli aklıysa
evi kimin sokağı
kimin başlattığında…

ana rahminden sokağa düştüğümde
taşta uyuyan tanrıları görmüştüm
çocuk için galiba en iyisi
taş çalıp tanrıları uykusuz bırakmak…

bakaşaşa kalsın tanrılar
kırk kapılı uykular
harami çocuğun olsun…