Julio Cortázar, ‘Takipçi’de zamanın peşinde sürüklenmeyi reddeden, arzu dolu sanatıyla bunu aşan bir sanatçı anlatırken avın değil avcının önemini sergiliyor. Cortázar, takip eden ve edileni keşfetmeyi ise okurlara bırakıyor

Yeni yıl armağanımız olsun

BAŞAK BEYKOZ

Mozart gibi otuz dört yıllık kısa yaşantısında müziğin seyrini değiştiren efsane alto saksofoncu Charlie Parker’ı 1955’te kaybettik. Bu, Julio Cortázar’ın ilk öykü derlemesinin basıldığı yıldır. 1959’da yayımlanan üçüncü öykü derlemesinde Cortázar, Charlie Parker’a adanmış “Takipçi’’ (El Perseguidor) öyküsü ile karşımıza çıkar. 1951’de Juan Perón iktidarına muhalif duruşu nedeniyle ölene dek yaşadığı Paris’e göçen yazar, çağdaşları Borges, Marquez, Fuentes ile beraber Latin Amerika Edebiyatı’nın 1960’lardaki evrensel yükselişinin mimarlarından olur. Parker’ın kısa bir biyografisini okuyarak kurguladığı Takipçi öyküsü ile caz tutkunu yazar, dâhi bir sanatçıya sunulabilecek en eşsiz armağanlardan birine imza atmıştır. Kurduğu dille caz gibi akıl, hisler ve içgüdülere eşzamanlı hitap eden yetenekli yazarın üslubuyla yarattığı estetik, tüm eserlerinde kendini gösterir. Bilinç akışı, gerçeküstücülük ve cazdan esinlenen yazar, Seksek romanıyla kendi zirvesine ulaşır. Cazın, Cortázar’ın anlatısındaki yansıması kelimelerle yaşattığı sıçramalar, derinden gelip yine ruha akan vurgular, içgüdüler ve doğaçlamalarla kulağımızda tınlar. Tam da bu noktada eseri anadilinden okuyamadığımıza hayıflanırken, öykünün çevirmeni özellikle diyaloglardaki ince ayarlı özeni ve Cortázar’ın üslubuna sadık hassasiyetle biz okurları öykünün müziğiyle buluşturur. Cortázar da Parker gibi yerleşik kalıplara sığdırılamayan tarzıyla kendi alanında ele avuca sığmayan bir dil yaratmıştır. Her iki dâhi sanatçı da geleneğe başkaldıran sanatlarıyla bizleri standartların ötesine taşır.

Takipçi öyküsü, ilk basımından uzun bir süre sonra Jose Muñoz’un cazın estetiğiyle ahenkli siyah beyaz çizimleriyle yeni bir can bulup kitaplaşır. Muñoz, vurucu çizgileriyle dilin ritminde duyulan cazın sesini açarak öykünün atmosferini tamamlar. Biz okurlar, öykü ile kurgusu Cortázar’a ait Muñoz ve Parker’ın süslediği başka bir gezegende dolanıp sanatın gücüyle yer değiştirme şansı yakalarız. Muñoz’un özgün tarzıyla pek çok sanatçıyı etkilediğini ve bunlar arasında kareleriyle hepimizin hafızasına kazınan Sin City’nin çizeri Frank Miller’ın da yer aldığını buraya not düşelim.

Bir caz dinleyicisi değilseniz bile öykü ile çıktığınız yolculukta kendinizi birkaç Parker, -nam-ı diğer “Bird”- parçası dinlerken bulursunuz. Caz, dramatik ve tutku yüklü bu yolculuğun doğal yol müziği olur. Bird ile zamanı durdurup uçuşa hazırsanız kendisine adanmış öyküye geçebiliriz.

Öykü, kahramanımız alto saksofoncu Johnny Carter’ın yaşantısının sonunda bir kesite odaklanıyor. Cortázar, Johnny Carter’a adını meşhur saksofoncular Johnny Hodges ve Benny Carter’dan esinlenerek veriyor. Diğer kahramanımız ise saygın caz eleştirmeni Bruno; Carter’ın biyografisinin yazarı ve arkadaşı olarak karşımıza çıkıyor. Cortázar, hikâyeyi günlük tadında bir içtenlikle Bruno’nun ağzından anlatmayı seçerek inandırıcılığı pekiştiriyor. Sanatçı-eleştirmen ilişkisi üzerinden gelişen kurgu, biyografi yazımını ve yazarlığını da sorguluyor. Başkaldırı olarak da nitelenebilecek bu kurmaca metin, tüm bilindik klişe biyografi anlatılarıyla muzipçe alay ediyor. Bir yandan Carter’ı anlatmaya adanmış öykü diğer yandan görmekle gördüğünü aktarmak; vitrindekiyle gerçekteki arasındaki çelişkileri yazıya taşımak ekseninde dans ederek öykü kahramanımız eleştirmen Bruno’nun iç dünyası üzerinden Cortázar’ın kaygılarını ele veriyor. Yazar, Parker’a adadığı öyküde Carter üzerinden kendi entelektüel kaygılarını ortaya döktüğünü öyküden otuz yıl sonra gerçekleşen bir röportajında kabul ediyor. Bruno, yaratımın sahibi “sanatçı’’ ile kurduğu ilişkinin detaylarını aktarırken zeki ve analitik bir eleştirmenin gözünden bir dâhiyi algılamamıza hizmet ediyor. Sistematik olanla düzensiz olanın, analitik olanla doğaçlama olanın kesin olanla esnek olanın zıtlıkları cazın tınılarından ve Bruno-Carter dostluk ilişkisinden metnin içine süzülüyor. Müzik ve dilin olanakları, ahlaki değerler ve din, zamanın ve bilgilerin kesinliği gibi pek çok kavram öykü boyunca masaya yatırılıyor. Alışkanlıkların tuzağına düşmeyen yazar tesadüflerle farklı ihtimallere kapı aralayarak zaman kavramını her yönde çekiştirip esnetmeyi deniyor. Cortázar gibi caz sevdalısı, aynı zamanda bir trompet sanatçısı olan yazar Boris Vian’ın da dediği gibi, “Gerçek zaman, eşit saatIere böIünmüş, mekanik bir yapı değildir. Tüm bunIarın sonunda burnunuza gelen şey, “katmerIi papatyaIarın ateşte yanan kaIpIerinin kokusu” oIacaktır.

Julio Cortázar’ın Edgar Alan Poe çevirmenliğinden kalemine sızanlar, mürekkebinden tüm kısa öyküleri gibi bu anlatıya da nüfuz ediyor. Saksofonuyla Carter’ı okuduğumuz satırlardan tükürüğü, salyası, teri üstümüze sıçrayacakmışçasına kendimizi hikâyeye kaptırıyoruz. Öyküsüyle sahne ışıklarını bir kez daha sanatçıya çeviren Cortázar, sanatçının performansı söz konusu olduğunda sahne dışında kalan en önemli unsurlardan eleştirmen ve biyografi yazımına da öyküde rol veriyor. Dünya edebiyatının damak zevkini, menüye ekledikleriyle zenginleştiren yazarın öyküde dile getirdiği gibi “Her eleştiri, tat olarak ısırmanın ve çiğnemenin lezzeti ile başlamış bir şeyin hüzünlü sonu oluyor’’.

Yazarın zengin hayal gücüyle yarattığı Carter ile okur kendini Charlie Parker’ın yaşamöyküsünün peşine düşmüş buluyor. Öykünün bitmesiyle beraber Parker’a dair pek çok soru yanıt bulurken daha fazlası okuru kovalamaya başlıyor. Bu güdüyle biyografik 1988 yapımı Bird filmini bir solukta izleyivermişim. Önemli bir caz okulunda geçen 2014 yapımı Wiplash filminin Parker’a göndermesi olan sahnelerine göz gezdirmekten kendimi alamadım. Karşı konulmaz kişiliği ve manyetik yapısıyla Parker’ın kendini sevdirişi, takma adını alışı, yaratıcısı olduğu Bebop caz tarzıyla ve özgün yorumuyla müziğin akışını sonsuza dek nasıl değiştirdiği, Bebop’un sakıncalı görülerek bir süre için yasaklanması, bir geleneğin sarsılışı ve bunun gibi sayamadığım bulmacanın pek çok parçası bu okumayla tamamlanıverdi. Yirminci yüzyılda cazın hemen hemen tüm evrelerinden geçmiş trompet üstadı Miles Davis’in caz tarihini özetleyen sözleri öyküyle beraber daha anlaşılır gelmeye başladı. Caz tarihi dört sözcükle özetlenebilir diyor Davis: “Louise Armstrong, Charlie Parker”.

Yazar, Takipçi’de zamanın peşinde sürüklenmeyi reddeden, arzu dolu sanatıyla bunu aşan bir sanatçı anlatırken avın değil avcının önemini sergiliyor. Takip eden ve edileni keşfetmeyi siz okurlara bırakırken Cortázar’ın bir sözünü anımsatmak istiyorum: “Bir öykü fotoğraf gibidir, gerçeğin sınırlı bir kısmını taşır, gerisini okuyucu keşfetmelidir.” 2017’yi pek de hoş karşılayamadığımız şu günlerde bu armağanın hepimize iyi geleceğini umarak Takipçi’yle keyifli okumalar ve hepimize iyilik dolu seneler diliyorum.