"Türkiye Cumhuriyeti bir 'devrim' ile kuruldu, bağımsızlık savaşı bu devrimi taçlandırdı, geç modernite devrimleri arasında özel bir yer kazandırdı devrimimize. Her devrim için olduğu gibi, hatta bizim olduğu için daha da fazla eleştiri hakkımız var elbette ama monarşiyi tasfiye eden gerçekleşmiş bir ütopyadan bahsettiğimizi de unutmamalıyız."

Yeniden Türkiye nasıl inşa edilir?

ORHAN ALKAYA

Çözülemeyen hiçbir sorun ebediyete intikal etmez, halının altında erimez, ‘geçti gitti’ kolaycılığına göz kırpmaz, yeniden söz alacağı zamanı bekler. Belli ki Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, çözül(e)meyen sorunları da arkasında bıraktı -ki devrimci tutumdur arkada bırakmak- gitgide büyüyen sorun yığınıyla artık kaçınılmaz olarak yüzleşeceğiz. Üstelik bu bir yüzleşmenin çok ötesinde, gene kaçınılmaz bir yeniden inşa emeğini de zorunlu kılacak.

Öncelikle, artık -hanedan tuz buz olduğuna göre- sorun Cumhuriyet değil, "Nasıl bir cumhuriyet?" sorusunun cevabında kilitli. Hanedana “ecdat” diyen densiz korodan bir monarşi şarkısı çıkmaz, çıkamaz. Olsa olsa, bunu hanedan zamanında yapsalardı, At Meydanı’nda had bildirimine uğrarlardı.

16 Nisan 2017 Referandumu ile, Türkiye’de rejim, belirsizliğe doğru değiştirildi. İster “otokrasi” diyelim, ister “otoriteryanizm” ya da “(neo) patrimonyal sultanizm”, olmadı tek parmak kala faşizm esintisi, rejimin YSK eliyle değiştirildiği aşikâr. Sandıkların kapanmasına on dakika kala YSK mühürsüz oy pusulalarının geçerli olduğunu duyurdu ve yüzde 5 oranında şaibeli oy sisteme girdi. Bu, kaosun başlangıcı idi.

Her şey eğri büğrü, sakil, tepeden değil bel altından inmeci olduğu için, bizim gibi statükoyla cebelleşerek ömür tüketmiş olanlar bile, an geldi “status quo” arar olduk. Ülkemizin “rogue state” yoluna girdiğini görüp telaşla alternatif süreçler aradık. Nedir, toplumda risk sevmezlik hâkim olmuştu –darbelerle yüzleşememenin kaçınılmaz sonucuydu bu da...

Yurttaş olmayı isteyen ama bunun riskli bir bölgeyi mecbur kıldığını görüp hızla döngeri eden bir toplum ekseriyeti, giderek ağırlaştırılmış kutuplaştırma politikalarının da etkisiyle, toplum olma vasfından enikonu feragat etti. Egemen olanların -establishment diyemiyorum- istediği de buydu zaten. Yönetmeye mezun olmadıkları bir toplum yerine parçalı topluluklara evrilmek, “iyi” bir zaman kârıydı.

Toplum olabilmenin -riya dahil- birtakım özellikleri vardır; öncelikle bir kontrat etrafında mutabık kalmak gelir ki bu zevksiz bir patchwork’e benzeyen kontrat metniyle olacak iş değil. Demek ki, başlangıç noktasında kontratı yenilemek ve özgürlükçülük esasında sorunlarla yüzleşen bir anayasa metnini kaleme almak gerekiyor. Bu metnin Magna Carta kadar sade olmasını bekleyemeyiz ama pek güzel maddelerle dolu 1961 Anayasası kadar ayrıntılara boğulmasını da istememeliyiz.

Kısaca, işin başı sivil, bütünlüklü ve özgürlükçü bir anayasa. Bu anayasa metninin, mutlaka çıkartılması gereken “etik yasalar”la ilişkisinin de peşinen ve vaz edici şekilde tasarlanması gerektiğini düşünüyorum. Her şey öyle çığrından çıkmış halde ki, sözgelişi bağlayıcı bir “siyasi etik yasası” çıkartılmak zorunda.

Yüksek yargı organlarının baklalarının bu anayasa ile birlikte yeniden düzenlenmesi ve bu organların siyasi erk karşısında bağımsız üstünlüğünün teslim edilmesi de zorunluluk. Bugün tahribat bir “karşı-devrim” cesametinde. Nedir, bu karşı-devrim cürmü kadar yer yakmıyor hâlâ.

Milli mesele de diyebileceğimiz Kürt meselesi, barışçı, sivil yollarla ve özgürlükçü, eşitlikçi esaslarla bu anayasa metninde çözüm yoluna girmelidir. Çözüm elbette zaman alacak, yeter ki bu zaman akılcı bir nekahat dönemi olarak kurgulanabilsin.

Diplomasi zemininde devasa bir problem olarak karşımıza çıkan Kıbrıs meselesi de eşit toplumlara saygı duyularak ve diğer ülkelerin içişlerinden çekilmeyi vaat ederek atılacak bir adımla çözüm için kendi yolunu yazabilir. Öncelikle, “yavru vatan” demekten vazgeçmeli ve Kıbrıslı/ Kıbrıslıtürk tanımlamalarıyla barışmalıyız.

1980 sonrası kaynak üretiminden çekilen, giderek mahsul üretimini de ortadan kalkma mertebesine gerileten neoliberalist ekonomi politikalarından vazgeçilmesi kaçınılmaz bir zorunluluktan öte, bağımlılıktan ve dağılma tehdidinden kurtulmayı sağlayacak ilaç olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm birikimini berhava eden özelleştirmecilikten ve kamu kaynaklarını çarçur etmenin formülünü üretmek için dakika başı kanun maddesi değiştiren taşeron ihaleci sistemden ağır ağır uzaklaşmak da yeni anayasa metninin güvencesi altına alınmalıdır.

Söylenecek çok söz var. Kısaca; Türkiye Cumhuriyeti bir “devrim” ile kuruldu, bağımsızlık savaşı bu devrimi taçlandırdı, geç modernite devrimleri arasında özel bir yer kazandırdı devrimimize. Her devrim için olduğu gibi, hatta bizim olduğu için daha da fazla eleştiri hakkımız var elbette ama monarşiyi tasfiye eden gerçekleşmiş bir ütopyadan bahsettiğimizi de unutmamalıyız, hele bu 29 Ekim gününde.

Kutlu olsun.