Yer yarıldıysa

Fulya Bayraktar

İçimde kocaman, yakıcı bir boşluk. Koca bir kayayı göğsümden söke söke çıkarıp almışlar sanki. Bir kazınmışlık, bir yaralanmışlık hissi ki, anlatması zor. İstesem de anlatamam ya, hep düşünür ve kendi içime konuşurum ben. El kol hareketiyle bütün duygular anlatılabilir mi?

“Her yerde aradık,” dediler. Aramışlardır elbet. Karısı, arkadaşları, amcasının çocukları... Yer yarıldı da yerin içine mi girdi? Yol bilir, yordam bilir, en büyük okullarda okudu o. Mühendis olmuş koca adam, yıllardır yaşadığı şehirde kaybolur mu? Dilim dönse, ben de gider ararım. Koca kenti adım adım dolaşır, fotoğrafını gösteririm herkese, kaç gün sürerse... Ama ben derdimi nasıl anlatırım ki…

Bir annemin sesini hatırlarım ben, bir de köyümüzden alelacele geçip giden çamurlu derenin sesini. Üç yaşımdan beridir başka bir ses duymadım. Bazen de, oğlumun dudaklarından okuduğum cümlelerin sesini duyar gibi olurum rüyalarımda, hepsi bu. Hep başına bir şey gelir de, oğlum çağırır, duyamam kaygısıyla büyüttüm onu. Ya gerçekten, kaybolurken “anne” diye bağırdıysa…

Yanımda çok kaldığı var mıydı? Yoktu. Yazdan yaza bir hafta, bazen de birkaç gün kış ortasında. Ne yapsın, on beş saatlik yol. Erken yaşta ayrılmış olsa da yanımdan, o, her zaman yüreğimin en değerli yerinde sakladığım oğlum. Ne yazık ki, ona bunu daha hiç söyleyemedim. Öğrenmişti öğrenmesine işaret dilini, ama dedim ya, her duyguyu işaretle anlatmak mümkün mü?
Nerede çalıştığını, ne kazandığını hiç bilmem. “Geçiniyorum, merak etme anne,” derdi her zaman. Evine de gitmişliğim yok ki. Yollar uzun, yollar pahalı. Bir gelişinde, “Anne ben evlendim,” dedi şaşırdım, biraz da kırıldım, ama “Çok sevindim,” dedim elbet, ne diyeyim? Çok sevdi ki evlendi, laf olsun diye evlenmez o. Anlıyordum, beni nikâhına çağıracak kadar durumu iyi değildi…

Gördüğüm kadarı bana yeterdi. Sağlamdı, üstü başı temizdi. Her geldiğinde bana üç beş kuruş da olsa verirdi. Benim, canının sağlamlığından başka bir beklentim yoktu ki. Ben, rahmetliden kalan az da olsa emekli parasıyla geçinip giderim. Başka neye ihtiyacım olacak ki?

Gözlerimde bir karaltı var bir haftadır. Ne kadar kovalasam gitmiyor. Ne tarafa baksam, karaltı da o tarafa hareket ediyor. Nefesimde tıkanma, ellerimde uyuşma. Boşluğun aksi, ellere de vurur mu? Ellerim güçsüz, halsiz, gereksiz. Tutacak bir el, sarılacak bir can olmadıktan sonra.

Her yerde aradık dediler, aramışlardır elbet. Yanlış bir şeyler yapmış olabilirmiş, büyük büyük adamlara karşı gelmek gibi... Ne demekse bu? Ben böyle anladım. Köyümüzün bütün büyükleri şahittir, herhangi birisine yanlış yaptığı görülmüş mü? Buradayken, her akşam dolup dolup taşar evimiz, büyüğüyle küçüğüyle, sevenleriyle. Köyün kedisine, köpeğine, ineğine bile sevgiyle bakarken, büyüklerine hiç yanlış yapabilir mi? Gerçekten yapmış mıdır? Yapmışsa da, benim oğlum mutlaka haklıdır. Haksızlık yaptığını duymadım bunca yıldır.

Geldiğinde dizimin dibinden hiç ayrılmazdı. Sanki dilim çözülecek de, ona bir sürü şey anlatabilecekmişim gibi ağzımın içine bakardı. Gülerdim ona hep, dudağımla, bakışımla, çıkmayan sesimle. O da karşılık verirdi, “Ah anammm, güzel anammm,” diye. Duyduğumdan değil tabii, dudak hareketlerinden anlardım, “anam” sözcüğünü üzerine bastırarak, uzatarak söylediğini. Son gelişinden en son hatırladığım şey; radyoyu gösterip el işaretiyle, “Bu kadından korkulur,” dediği.

Sadece dilsiz değilim şimdi, ne ışık var gözlerimde, ne de nefes ciğerlerimde. Biliyorum, bundan böyle uyumam da uyanmam da hep pencerenin önünde.

Yer yarıldıysa eğer diyorum, hani bizim köyde yarılaydı da, Kemal’in yerine içine beni alaydı ya…