Medya farklı noktalardaki sansürlerle şekilleniyor. Bunlardan ilki oto-sansür. Eğer kendinizi sansürlemezseniz, varacağınız nokta iktidarın baskısıyla çalıştığınız kurumdan atılmanız olacaktır. İkinci nokta maddi baskı. Reklam veren şirketlerin sindirilmesi, reklamların baskıyla çekilmesi

Yerine yenileri kurulur

ÖZGE MUMCU AYBARS / statikenerji@gmail.com

OHAL’in getirdiği yeni bir yasal düzen olan Kanun Hükmünde Kararnameler ile yeni bir yasal düzen şekilleniyor. OHAL süreci, Anayasa’ya uygun bir olağanüstü durum olduğundan ve tüm düzenlemeler KHK’lara bıraktığından, süresi uzatılan OHAL nedeniyle birbirinden korkutucu ve Anayasa'ya aykırı nitelikteki uygulamaları yaşayacağız, ne yazık ki. 668 sayılı KHK ile Yön ve Özgür Radyo, İMC TV, Hayatın Sesi, TV10, Van TV, Zarok TV ve Jiyan TV’nin yayınına son verildi. Son dalganın geçtiğimiz hafta geldiğini düşünürsek, kapatılan televizyon kanalları ile radyoların bu sayıda kalacağını düşünmek bir hata olur. İktidarı eleştiren herhangi bir televizyon kanalının, radyonun ya da haber sitesinin kapatılmayacağını kim söyleyebilir ki?

Medya üzerindeki baskılar bugün başlamadı, elbette. Türkiye’nin basın tarihi sansürün farklı uygulamaları ile sansürün uygulanma niteliğine karşı, ilgili basın kuruluşunun duruşuyla yazılabilir. 1940’lı yılların sonunda bir özgürlük dalgası olan ve içlerinde Sabahattin Ali, Aziz Nesin ile Rıfat Ilgaz’ın bulunduğu Marko Paşa dergisi, basın ilan yasakları, yayınlandıkları matbaaların kapatılması, derginin kapatılmasıyla karşı karşıya kalmış ve ardından başka isimlerle çıkmıştır. Bugün dergi kitlelerce hatırlanmasa dahi, iktidarla yaşam mücadelesi vermiş Sabahattin Ali, Aziz Nesin ile Rıfat Ilgaz’ın –ve dergiye emek veren onlarca emektarın- adları belki de bu nedenle geleceğe taşındı.

Medya farklı noktalardaki sansürlerle şekilleniyor. Bunlardan ilki oto-sansür. Eğer kendinizi sansürlemezseniz, varacağınız nokta iktidarın baskısıyla çalıştığının kurumdan atılmanız olacaktır. İkinci nokta maddi baskı. Reklam veren şirketlerin sindirilmesi, reklamların baskıyla çekilmesi. Bugün, tüm şirketlerin kayyum atanması riskiyle karşı karşıya olduğunu düşünürsek, bu baskının da niteliğini gözümüzde canlandırma imkanımız olur. Üçüncü nokta resmi ilan baskısı. Kaldı ki, Basın İlan Kurumu’nun 5 Ekim 2016 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan “Resmi İlan ve Reklamlar ile Bunları Yayınlayacak Süreli Yayınlar Yönetmeliği” ne göre, resmi ilan ve reklam yayınlama hakkına sahip süreli yayınların içerikleri ya da imtiyaz sahibi gerçek veya tüzel kişi temsilcisi hakkında “Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar” veya “Terörle Mücadele Kanunu” kapsamında dava açılması halinde, dava sonuçlanana kadar bu yayınlara resmi ilan ve reklam verilmeyecek. Bu düzenlemelere ek olarak, yayın organının çalışanına dava açılması halinde de, o çalışan 5 gün içinde kadrodan çıkarılmakla karşı karşıya kalacak. Dördüncü nokta ise yayın hayatına son verilmesi. Geçtiğimiz hafta 668 sayılı KHK ile yapılan tam da bu. Elbette yeni bir düzenleme olarak, kapatılan tüm televizyonlara ait olan malvarlığı da TRT’ye devredildi –muhtemeldir ki- tüm bu malvarlığı bir depoda çürümeye bırakılacak.

Basın organları kapatılabilir, yerine yenileri kurulur. Partiler kapatılabilir, yerine yenileri kurulur. Şirketle kapatılabilir, yerine yenileri kurulur. Elbette ki, her daim yeni bir varoluş alternatifi yaratılabilir. KHK’ların hayatımıza –en azından- bir 90 gün daha hâkim olacağını düşününce, muhalif olan her basın – yayın organının yeni bir kapatılma dalgasıyla karşı karşıya kalacağını söylemek mümkün. Bugünler de geçecektir, elbette. Ama insanlığın kendi hakkına sahip çıkmak için verdiği mücadele hiç bitmeyecektir: Kendi yaşama hakkına, kendini ifade etme hakkına, kendi örgütlenme hakkına ve kendine sahip çıkma hakkına... Kendi adlarımızı geleceğe miras bırakmak istiyorsak, bugün yaşanan hukuksuzluklara karşı çıkmalıyız.

15 Temmuz darbe girişimi “Allah’ın bir lütfu” değil elbette. Bu darbe girişiminin ardındakileri gazetecilik anlamında sorgulamak yerine, farklı sesleri susturmaya çalışmak toplumu bütünleştirmeye değil, daha da keskinleştirip ayrıştırmaya yarar. Belki de “birlik ve beraberlik adına” istenen tam da budur.