Bu kadarını Kissinger bile hayal edememiştir. ABD Dışişleri Bakanlarından Henry Kissinger, “petrolü kontrol ederseniz ülkeleri, gıdayı kontrol ederseniz insanları yönetirsiniz” diyerek kapitalist tarım politikalarının nasıl şekillenmesi gerektiğini ortaya koymuştu

‘Yerli ve milliyiz’ dediler; yerli ve milli olan ne varsa yok ettiler

Adnan Çobanoğlu - Üzüm Sen Genel Başkanı

“Algı yönetimi” yapmakta oldukça marifetli olan AKP hükümetinin ülke tarımına ve üreticilere verdiği zararlar saymakla bitmez, şimdi de bir yandan “havza bazlı üretimi hızlandırmak için” çiftçiye kullandığı mazotun %50’sini devletin ödemesi hazırlığını ve ülkedeki koyun miktarını artırmak (!) için “300 koyun projesi” adı altında koyun ithal edip bu koyunları “sözleşmeli üretim modeli” ile (TİGEM aracılığıyla ) köylülere satmayı “köylülere destek” olarak kamuoyuna sunarken diğer yandan şeker fabrikalarının satışı için düğmeye bastı.

‘Mazot desteği’nin aslı
Dünyanın en pahalı mazotunu ülkemizin çiftçileri kullanmaktadır. AKP hükümeti 1 Temmuz 2003 tarihinde çıkarttığı 2003/5868 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile 1 Ocak 2004 tarihinden itibaren yük ve yolcu taşıyan gemilerden, ticari yatlardan, hizmet ve balıkçı gemilerinden mazotta ÖTV’yi kaldırmıştır. (Bkz. http://www.resmigazete.gov.tr ile Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı web sitesi http://www.ubak.gov.tr ) Köylü/çiftçi dünyanın en pahalı mazotunu traktöründe kullanırken yat sahipleri ÖTV’siz mazotu doya doya kullanmışlardır. Bu çarpıklığı ÇİFTÇİ-SEN de dahil birçok örgüt ve kişi dile getirmiş, çiftçilerin kullandığı mazottan ÖTV alınmamasına dönük kampanyalar yürütülmüştür. Yani hükümetin şimdi ‘müjde!’ diye sunduğu, “çiftçinin kullandığı mazotun %50'sini devlet ödeyecek” iddiası aslında aldığı ÖTV'nin bir kısmının geriye iadesidir. Dedik ya; “AKP Algı Yönetimi yapmakta oldukça marifetli” diye, işte bu konuda da algı yönetimi yapıyor. Bu mazot desteği (siz onu çiftçinin kullandığı mazottan alınan ÖTV’nin bir kısmının iadesi olarak anlayın) herkese de değildir; “Milli Tarım Projesi” kapsamında havza bazlı destek içine alınan bölge ve ürünlere ilişkindir. Ne demişlerdi “Milli Tarım Projesi”nde her ürün her bölgede desteklenmeyecek. Örneğin ülkemizde mısır, buğday, arpa, mercimek, nohut, kuru fasulye hemen her havza da yetişebiliyorken sadece hükümetin belirlediği havzada üretim yapanlar desteklenecek, sertifikalı tohum (şirketlerin sattığı tohumu) kullanmayan çiftçi desteklenmeyecek kısacası “çiftçiye mazotun yarısı devletten” diye sunulan şey aslında tohum, kimyasal ilaç, enerji ve gıda şirketlerinin önerdiği politikaları hayata geçirme projesidir. Ülkemizdeki ürün desenini yok etme, üreticilerin dışa ve şirketlere bağımlılığını artırmaya dönük destektir. Aslında söylenen şudur; “devletten mazot, gübre, kredi vb. destekler almak istiyorsan atalık tohumunu kullanmayacaksın, sertifikalı şirket tohumu kullanacaksın, sulama suyundan yararlanmak istiyorsan belirlediğimiz ürün desenine uygun dikim yapacaksın, baraj ve göletlerdeki suyu bizim belirlediğimiz ürünün ihtiyacı olacağı zamanlar salacağız senin ektiğin ürünün su ihtiyacının olduğu dönemlerle bizim belirlediğimiz ürünün su ihtiyacı olduğu dönemler çakışmayabilir bu durumda ürününü sulayamazsın. Kısacası sen hiçbir şeyi düşünme ailenin, toprağının, gıdanın kaderini bize ve şirketlere bırak.” Başbakan Binali Yıldırım çiftçilere mazot müjdesi (!) verirken bunun nedenini şu şekilde özetlemiştir: “Havza bazlı üretime geçişin hızlandırılması, hemen üretime geçilmesini sağlamak amacıyla mazot desteği verilecek.” Yani aslında müjde tohum şirketlerinedir; “bir an önce sertifikalı tohumun kullanılmasında artış sağlayacağız” denmek istenmektedir.

300 koyun projesi
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Fakıbaba’nın açıkladığına göre bu projeden “daha önce hayvancılık yapan, ancak üretimi sürdüremediği için ağılını, toprağını bırakıp kente göç edenlerden tekrar köye dönmek isteyenler” yararlanabilecek. Yani Bakan Fakıbaba diyor ki, hangi nedenle olursa olsun; ister “kirli savaş” nedeniyle köylerini terk zorunda kalmış olsunlar, isterlerse OHAL’ler nedeniyle otlak, mera ve yaylaklara hayvan otlatmaya çıkartamadıklarından dolayı sürülerini satıp kentlere göç etmek zorunda kalmış olsunlar veya para kazanamadıklarından dolayı borçlarını ödeyememiş bundan dolayı da sürülerini satıp kentlere göç etmiş olsunlar, eğer köylerine dönerlerse bu projeden yararlanabilecekler ama hâlâ köyde yaşayan ve halen koyun yetiştiriciliği yapanlar bu proje desteğinden yararlanamayacaklar. Bu kişilerin kentten köylerine dönüyor olmaları da yetmez, bu projeden yararlanabilmeleri için bu kadar borçlanmaya yetecek gayri menkullerinin de olması gerekir ki ipotek verebilsinler, devlet alacağını garantiye alsın. Verdiği koyunların parasını, yem ve bakım için verdiği avansları geri alabilsin. Kısacası hükümet “küçük hayvan yetiştiricilerine destek! Et fiyatları düşecek” vb. söylemlerle kamuoyunda yeni bir “algı yönetimi” ne girişmiştir.

AKP hükümetinin 2012 Kasım’ında çıkarttığı “Bütünşehir/Büyükşehir Belediye Kanunu” ile köy tüzel kişilikleri ortadan kaldırılmış, köylerin otlak ve meraları ellerinden alınmış, merkezi idareye devredilerek ve özelleştirmenin önü açılmıştı. 2017 yılı Kasım’ında çıkartılan “torba yasa” ile meralara “endüstri bölgeleri, organize sanayi bölgeleri, teknoloji geliştirme bölgeleri, serbest bölgeler ile sanayi siteleri” yapılması kolaylaştırıldı. Belki de “300 koyun projesi” aynı zamanda bu tür yatırımlar için uygun olmayan meraların hayvan yetiştirmek isteyenlere satmayı veya kiralamayı da hedeflemektedir. AKP hükümeti önümüzdeki günlerde Büyük Şehir sayısını çoğaltma hazırlığı içinde. Bu da var olan köylerin de otlak ve meralarının da el konulması demektir.

Peki hayvanlarının besin ihtiyacını karşılayacak otlak ve merayı bulamayan köylü ne yapacaktır? Piyasadan yem almak zorunda kalacaktır. Aynen ithal yemlere muhtaç yetiştiricilik yapmak zorunda bırakılan büyükbaş hayvan yetiştiricileri gibi küçükbaş hayvan yetiştiricileri de ithal yeme muhtaç ve bağımlı hale geleceklerdir. Gıdada dışa bağımlı hale gelmeye başlamamız yetmezmiş gibi hayvan gıdasında da dışa bağımlı hale geliriz, ki bu kadarını Kissinger bile hayal edememiştir. ABD Dışişleri Bakanlarından Henry Kissinger, 70'lerde “petrolü kontrol ederseniz ülkeleri, gıdayı kontrol ederseniz insanları yönetirsiniz” diyerek kapitalist tarım politikalarının nasıl şekillenmesi gerektiğini ortaya koymuştu (Bkz. http://r-komplex.org Kissinger’ın Hayaliydi Gerçek oldu! Türkiye Gıda’da Dışarıya Muhtaç-Adnan Çobanoğlu).

Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi…
Bunun için yakın tarihe kısaca göz atmakta fayda var. Cargill gibi küresel gıda şirketlerinin isteği ve IMF, Dünya Bankası ve DTÖ’nün bu isteğe uygun dayatmalarıyla Dünya Bankası’nın çalışanı Kemal Derviş, 2001’de DSP, MHP, ANAP koalisyon hükümeti tarafından Türkiye’ye çağrıldı (“Türkiye’ye atandı” demek daha doğru olur). Atanan Dünya Bankası çalışanı, koalisyon hükümetinin Ekonomiden Sorumlu Bakanı oldu. İlk yaptığı icraatlardan birisi Dünya Bankası ile “Tarım Reformu Uygulama Projesi Anlaşması” (ARIP) imzalamak oldu. Dünya Bankası da bunun karşılığında Türkiye’ye 500 milyon dolar kredi verdi. DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümeti bu anlaşmanın gereği olarak ekonomiyi düzene sokmak için “15 günde 15 yasa” çıkarttı. Aslında bu yasalar IMF, Dünya Bankası ve DTÖ’nün uzun süredir dayattığı ve beklediği yasalardı. Bu yasaların bazısı “Tütün Yasası, Şeker Yasası,” gibi doğrudan doğruya tarımsal üretimi ve küçük üreticileri ilgilendiren ve onların batışını hazırlayan yasal düzenlemeleri içeriyordu. Şeker Yasası ile şekerpancarında taban fiyatı kaldırıldı, fiyat belirleme fabrikaların keyfine bırakıldı. Pancar üretimine kota dönemi başladı. Şeker Pancarı ekimi sınırlandı, köylü pancar ekemez hale getirildi. Mısırdan üretilen “Nişasta bazlı şeker (NBŞ)” in ithalat kotası artırılarak Türkiye, Cargill’in nişasta bazlı şekerinin işgaline uğradı. O günden bu yana hazır yiyeceklerde pancar şekeri yerine NBŞ kullanımı her geçen gün arttı. Bu yasa ile şeker sanayii özelleştirme kapsamına alınarak şeker fabrikalarının özelleştirilmesinin de yolu açıldı. AKP hükümetinin “yerli ve milli” dediği tarım politikaları IMF, Dünya Bankası ve DTÖ’nün dayattığı, Kemal Derviş’in uygulamaya koyduğu programın devamıdır. Şimdi Cargill gibi küresel gıda şirketlerinin isteklerinin son aşamalarını yerine getirmek için hamle yapılıyor. ABD ile kısmi olarak bozulan ilişkiler, Türkşeker özelleştirilerek düzeltilmek isteniyor.

Şeker fabrikalarının özelleştirildiğini de sanmayın ki bu fabrikalar üreticilerden şeker pancarı almaya ve şeker pancarından şeker üretmeye devam edeceklerdir. Tam aksine büyük ölçüde ya kapanacak ya da küresel gıda şirketleri vasıtasıyla ABD, Arjantin vb. ülkelerde üretilen GDO’lu mısırlar ithal edilerek NBŞ üretimine geçilecektir. (GDO’nun doğaya ve insana verdiği zararlar kanıtlanmışken, nişasta bazlı şekerin zararları bilinirken) bu özelleştirmelerle sadece milli ve yerli olan tarımsal ürünün üretimi bitirilip üreticiler iflasa sürüklenmeyecek aynı zamanda tüketiciler de tükettikleri NBŞ’ler nedeniyle yaşamsal zararlar göreceklerdir (Son yıllardaki kanser vakalarındaki artışın bir nedeninin de yediğimiz, içtiğimiz sağlıksız gıdalardan olduğunu bilim insanları sürekli dillendirmektedir). Bu hamleler küresel ilaç, tohum ve gıda şirketlerinin gıda egemenliğimizi yok etme, gıdayı kontrol etme girişimlerine hükümet eliyle destek verme girişimidir.

Bizde özelleştirmenin, eşittir kapatma olduğu yaşanarak kanıtlanmıştır. Türkiye’nin en büyük (Ankara’daki) Et ve Balık Kurumu’nun (EBK) yerinde özelleştirmenin hemen akabinde yatay ve dikey biçimde bir alışveriş merkezi konduruldu. İstanbul Yenibosna’daki en büyük Türkiye Süt Endüstrisi Kurumu (TSEK) yerine alışveriş merkezi çöreklendi. (Bkz. Türkşeker’in özelleştirilmesine ilişkin Çiftçi-Sen’in yapmış olduğu Basın Açıklaması https://www.karasaban.net/ciftci-sen-turkiye-seker-fabrikalari-ozellestiriliyor/)

Şeker Yasası öncesi şekerpancarı üreten aile sayısı 490 bindi. Şimdi 105 bine gerilemiştir. Şeker fabrikalarının özelleştirilmesiyle birlikte bu sayının daha da düşeceği ve sosyal problemlere yol açacağını söylemek için kahin olmaya gerek yoktur. Şeker fabrikalarının olduğu bölgeler aynı zamanda hayvan yetiştiriciliği yapmanın da olanağını sunmaktadır. Çünkü pancarı küspesi aynı zamanda hayvan yemi olarak kullanılabilmekte ve zengin besin değeri içermektedir. Bu nedenle şeker fabrikalarının özelleştirilmesinden bu bölgedeki hayvan yetiştiricileri de olumsuz olarak etkilenecek, yemde dışa bağımlılık daha da artacaktır.

Sonuç olarak; “yerli ve milli” denilen tarım politikaları aslında dış kaynaklı, enerji, kimyasal ilaç, tohum ve gıda şirketlerinin IMF, Dünya Bankası ve DTÖ aracılığıyla dayattıkları politikalardır. Bu politikalardan üreticiler kadar tüketiciler de zarar görmektedirler, tüketicilerin sağlıklı gıdaya erişimini de engellenmektedir. Eğer sağlıklı gıdaya erişmek, şirketlerin gıdayı kontrol etmelerini engellemek istiyorsak gıda egemenliğimizi sahip çıkmak zorundayız.

‘Gıda egemenliği’ nedir?
Gıda Egemenliği insanların geçimini yok eden, dolayısıyla onları göçe zorlayan sermayenin ve metaların serbest dolaşımını değil; halkların özgür hareketini istemektir. Üreticiler ve tüketiciler arasında rekabet ve çatışma yerine işbirliğini ve dayanışmayı geliştirmektir. Tüm insanların, gıda sistemlerini nasıl örgütleyeceğini kolektif olarak karar vererek, kamu yararını ilgilendiren tüm konularda ve kamu politikalarında karar alma süreçlerinde katılımcı olabilmesini sağlamak ve bunun için mücadele etmek demektir.

Gıda egemenliği, tarım ve gıda politikalarının; gıdaya erişim hakkına dayanmasını, açlık ve yoksulluğun giderilmesini, temel insani ihtiyaçların karşılanmasını, cinsiyetler arası eşitsizliğin kaldırılmasını savunmak ve bunun için mücadele etmek demektir.

Gıda Egemenliği “Ortak varlıklarımızın yönetiminin kolektif ve demokratik olmasını, toplumsal denetim süreçlerine dayanmasını” amaçlayan yeni bir toplumsal düzen istemek ve bu toplumsal düzen için mücadele etmek demektir.” (Bkz. Gıda Egemenliği Hemen Şimdi!.. A.Çobanoğlu www.uzumsen.org)