Özgür Topraklar ince ipliklerle birbirine bağlanarak bütüne varan, farklı ama özgün hikâyeleriyle kast sisteminin farklı katmanlarında bulunan karakterlerin hayatından kesitler sunan, Hindistan’ın kültürel motiflerini ilmek ilmek işleyen dopdolu bir eser

Yıkıcı ama yaratıcı: Özgür toprakların hikâyesi

BATUHAN SARICAN

Sahibini, kapitalin kuklası otoritelerin belirlediği bazı “edebiyat ödülleri” var. Bu tarz ödüllerle vitrine çıkarılan, sadece meta olan ama edebi vasıf taşımayan kitaplarla arama her zaman mesafe koymaya gayret ediyorum. Bu açıdan bir kitabın üzerinde “ödüllü” yazması, “çok satan” ifadesi gibi itici de geliyor. Bu “metalaştırılan kitap” tiksintimin, geçmişteki bazı kötü okuma deneyimlerimle ilişkili olduğunu söyleyebilirim. Bu sebeple de Neel Mukherjee’nin New York Times Book Review’un “2018’in En İyi 10 Kitabı” seçkisine giren Özgür Topraklar eserinin, “başarılı” bir halkla ilişkiler (PR) çalışmasının eseri olabileceği yönünde kaygılarım vardı. Bu yazının girişi için sadece şunu söyleyeyim: Bir yandan kitabın son sayfalarına ne ara geldiğimi düşünürken, diğer yandan bu önyargımın bu kitap için ne kadar yersiz olduğunu kendime itiraf ederken buldum.

HİNDİSTAN’IN KÜLTÜREL MOZAİĞİ

Öncelikle sizi alıp Hindistan’ın ücra köşelerine götüren bir kitap Özgür Topraklar; ince ipliklerle birbirine bağlanarak bütüne varan, farklı ama özgün hikâyeleriyle kast sisteminin farklı katmanlarında bulunan karakterlerin hayatından kesitler sunan, Hindistan’ın kültürel motiflerini ilmek ilmek işleyen dopdolu bir eser. Ayrı öykülerden oluşuyor gibi gözükse de bir öykü derlemesi de değil, başlı başına bir roman; aynı zamanda klişelerinden uzak, kimi zaman yıkıcı ama yaratıcı bir anlatı.

Sinematografik bir anlatım sizi daha ilk sayfadan Tac Mahal’ın bulunduğu Agra kentine götürüyor. Kendinizi bir anda bir baba oğulun Hindistan’a yaptığı turistik gezide buluyorsunuz. Ama mesele salt Hindistan gezisinden ibaret değil tabii ki. Hayalet hikâyeleriyle büyüyen “beyaz Hintli” bir baba, oğluna neyi anlatıp neyi anlatamayacaklarını düşünüyor. Sadece tarihsel gerçeklikleri mi yoksa gözle görülmeyenin tüyler ürpertici hikâyesini de mi anlatmalı? Bu aynı zamanda yazarın okur için de sorduğu bir soru; Hindistan üzerine yazılan gezi kitaplarını süsleyen rengarenk baharatları, çuha çiçekleriyle dolu tapınakları ve renklerin birbirine karıştığı festivalleriyle okurun gözünü mü boyamalı yoksa ülkesini bütün gerçekliğiyle sayfalara mı dökmeli? Sözgelimi kesilmiş uzuvları, tekerlekli tahtalar üzerinde duran kolsuz bacaksız gövdeleri, açlıktan kırılan, elini dudağına götürüp dilenen yoksulları, 20-30 rupi için inşaatın en üst katından düşüp ölen bir inşaat amelesini, ağzının kenarındaki yaraya sinekler üşüşen çocukları ve tarihi tapınakların karanlık dehlizlerinde bir gözüküp bir kaybolan heyulaları...

Yazar, farklı hikâyelerde yer yer kendi ülkesine yabancılaşan, anavatanında turiste dönen karakterler yaratıyor; bu izleği farklı bölümlerde farklı karakterlerde ete kemiğe bürüyerek iki ülkede yaşanan, bölünmüş yaşamları gözler önüne seriyor: Bir yanda aile, yuva, tüm renkleriyle Hindistan. Diğer yanda konfor alanı ama sıla hasretinin zorunlulukları, yalnızlık. Göç ederek batıda sürdürdüğü rahat yaşamında birinci dünya ülkesi liberaline dönüşen ve artık kendisini memleketinden uzak hisseden beyaz Hintliler, sıklıkla karşımıza çıkıyor.

Özgür Topraklar’da bütünü oluşturan farklı hikâyeler arasında Lakşman ve ayısı Raju’nun hikâyesini anlattığı üçüncü bölümün özel bir yeri var. Yazarın, özellikle ikinci bölümde “bireyin kendi kültürüne yabancılaşması” izleğinden uzaklaşarak kendi topraklarında esaslı bir yolculuğa çıktığını ve esas olarak edebi ustalığını da bu bölümde ortaya koyduğunu söylemek gerekiyor. Bu bölümde kendinizi tamamıyla Hindistan kırsalında, kimi zaman halüsinojenik deneyimlerin yaşandığı bir festivalde kimi zaman da bir dağın tepesinde Tanrı Şiva’nın siluetine bakarken buluyorsunuz.

Mukherjee’nin anlattığı hikâyelerde, Hindistan’daki kast sisteminden ve kapitalizmin ülkenin kılcal damarlarına işleyen sirayetinden duyduğu rahatsızlığı sakınmadan dile getirdiğini görüyoruz. Bu açıdan Hindistan’ın sosyoekonomik yansımaları da kitapta önemli bir yer tutuyor. Çocukların yıkandığı, kadınların çamaşır ve bulaşık yıkadığı nehre dökülen açık kanalizasyondan fabrika atıklarının neden olduğu kirlilik ve hastalık saçan pis havaya kadar Hindistan’ın gerçek yüzünü, sakınmadan gözler önüne seriyor.

Hindistan’ın toplumsal sorunlarının gayet farkında olduğu görülen yazarın, eserinde kapitalizm ve sömürgecilik karşıtı, eşitlik yanlısı bir üslup benimsediği de farklı hikâye ve karakterlerde kendini açığa vuruyor. Bu minvalde yikici-ama-yaratici-ozgur-topraklarin-hikayesi-703363-1.yazar, kimi zaman birinci tekilden hikâyesini anlattığı bir karakterde kimi zamansa tanrısal anlatımla doğrudan doğruya bir yazar olarak ülkesindeki çarpık sisteme çatıyor. Bu açıdan politik olarak doğrucu bir üslup tercih eden yazarın, Hindistan toplumu ve kültürünün iç yüzüne, kimi zaman mutfaklar arası etkileşim kimi zaman da yol teması üzerinden yaklaşıp uzaklaştığını görüyoruz. Mukherjee, gezi kitaplarında olduğu gibi bilgi bombardımanıyla okuru sıkmak yerine, yerinde ve kararında kullandığı yerel anekdotlarla beslediği anlatısında evrensel bir dil yakalandığını da söyleyebiliriz. Hindistan’ın sosyolojik yansımalarının yanı sıra kültürüne, örf ve adetlerine yönelik değerli bir okuma sunduğunu da belirtmek gerek. Hırsızı cezalandırma geleneklerinden eyaletler arası yemek üsluplarına birçok fikir ediniyorsunuz.

KÜLTÜREL YOZLAŞMA VE SÖMÜRGECİLİĞE ELEŞTİRİ

Hindistan’a sıcak duygularla yaklaşmanızı sağlamakla birlikte hiçbir şeyin bir gezi rehberi tadında toz pembe olmadığını belirtmiştik. Bununla birlikte yer yer ürkütüyor, çoğu zaman da yoksulluğun ve terk edilmişliğin soğuk gerçekliğini sertçe yüzünüze vuruyor. Ülkesindeki kültürel yozlaşmışlığı, bir gazeteci cesaretiyle açıkça gözler önüne sererken modern anlatı üslubuna tamamen bağlı kalarak hikâye açısından girift ama bütünlüklü bir manzara sunuyor; ama insanıyla ama doğasıyla; çuha çiçekleriyle sarılı tapınakları, günde bir öğün ekmek yiyebilirse kendini şanslı sayan, açık kanalizasyonda yıkanmak zorunda bırakılan, bir kap su için şafak sökmeden yola koyulan yoksul insanlar; hepsi sizi Hindistan’ın gerçeğiyle yüzleştiriyor.

Ezcümle, inanışından mutfağına, yoksulluktan yalnızlaştırılmış bir toplum yaratılmasına kadar memleketi Hindistan’ı pitoresk manzara klişelerine sığınmadan başarıyla resmeden, sizi Hindistan’daki sıradan evlerin oturma odalarına kadar sokan ve bunu göze batırmadan yapan yazarı tebrik etmek gerekiyor. Her hikâyede yarattığı kendine has atmosfer ve yaratıcı üslubuyla kitabın bütününde tamamlanan mozaiği ince ince işlediğini söyleyelim. Mukherjee, kelimeleri öğrenmek için kitap sayfalarını çiğneyen Milly’nin umuda yolculuğu sırasında, “Neredeyse tüm dünya, bir trenin küçücük bir kompartımanına sığmıştı.” diyordu. Bu ifade, eser için şu şekilde yeniden yorumlanabilir: Neredeyse tüm Hindistan bir romanın sayfalarına sığmıştı.

Son olarak, göç izleğini takip eden nitelikli eserler, okuyucu olarak ilgimi hep cezbetmiştir. Terk Edenler de bu minvalde bir eserdi. İrem Uzunhasanoğlu çevirisiyle okuduğumuz Özgür Topraklar da bu temayı üslup olarak farklı bir yaklaşımla işleyen bir eser.