Yıkıma uğramış kentlerimizde dönüşüm sürecinin belli bilimsel gerçeklikler ve gereklilikler göz önüne alınarak yapılması gerekiyor.

Yıkımın sebebini kent ölçeğinde aramalı
Fotoğraf: BirGün

Gencay Serter - Şehir Plancıları Odası Başkanı

Ülkemizde yaşadığımız depremlerin şiddeti oldukça büyük. Elbistan ve Pazarcık’ta gerçekleşen 7.7 ve 7.6 şiddetindeki depremler ve artçıları yüksek sayıda binanın yıkımına, binlerce insanımızın hayatını kaybetmesine ve yaralanmasına yol açtı. Depremler oldukça geniş bir coğrafyada da etkili oldu. Yaklaşık 350 km’lik bir hatta, 10 ilden bahsediyoruz.

Deprem yerküre ölçeğinde meydana gelen tektonik hareketlerin sonucu oluşan fiziksel bir olay. Ve en nihayetinde bir doğa olayı. Ancak bu doğa olayının afete dönüşmesi, deprem bölgesinde bulunan yaşam alanlarında, kentlerde ve köylerde yapmadığınız veya yanlış yaptığınız uygulamalarla ilgili. İşte bir doğa olayı olan depremin afete dönüşmesi, bu anlamda yaşam alanlarının kurgusu ile doğrudan ilişkili bir durum. Bu yaşam alanlarının yapısını belirleyen de en üst ölçekte kuşkusuz şehircilik politikaları.


Şehirlerimizin afetlerle ilişkisini kuran politikaların elbette ki bir geçmişi var. Bu anlamda düzenlemeler ilk olarak 1939 Erzincan Depremi sonrası geliştirilmeye başlanmış. 1959 yılında çıkarılan 7269 sayılı “Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun” ile konuyla ilgili yasal düzenleme yapılmış. Daha sonrasında 1999 yılında yaşadığımız Büyük Marmara Depremi de bu anlamda ikinci önemli dönüşüm sürecini başlatmıştır. Bu depremden sonra afet konusunda idari yapılanma dâhil olmak üzere birçok yasal düzenleme devreye girmiş ve yenilenmiştir.

2001 yılında yürürlüğe giren Türkiye Deprem Bina Yönetmeliği, depremlere dayanıklı binaların inşa edilmesine yönelik hazırlanmış bir metindir. Ülkemizde sağlam zeminde sağlam yapı yapmaya yönelik mevzuat ve denetim, 1999 Marmara Depremi’nden sonra işlerlik kazanmıştır. Ancak 2001 yılı öncesi yapılan yapıların depreme karşı dayanıklılığı konusunda günümüzde hâlâ büyük bir belirsizlik bulunmaktadır. Yeni yapılacak binalardan öte mevcut yapı stokunun kırılganlığı, depremlerin afete dönüşmesinin ana sebebidir. Depreme dayanıklı binaların nasıl olması gerektiği yönetmeliklerle tanımlanmışken, bu yönetmeliğe uygun olmayan binalarla ilgili nelerin yapılması gerektiği konusu ise ülkemizde hâlâ ucu açık bırakılmış bir konudur.
Esasen yapılması gereken depreme dirençlilik noktasında bina ölçeğinde bir standarda eriştikten sonra bu standarda uygun olmayan binalara kent ölçeğinde nasıl müdahale edilmesi ve kentlerin nasıl yenilenmesi gerektiğinin, Türkiye ve deprem riski altındaki iller ölçeğinde tanımlanması ve bu konuda gerekli plan ve programların bir an önce hayata geçirilmesidir. Ancak Türkiye ölçeğinde ve birkaç büyükşehir dışında maalesef bu planlar ve programlar hazırlanmamıştır.

Bu noktada idarelerin, yani hem yerel hem de merkezi idarenin elinde bu tür riskli yapı stokuna müdahale etmesine olanak sağlayacak yasal aygıtlar mevcuttur. 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun bu konudaki ana yasal mevzuattır. Belediye Kanunu’nun 73. Maddesi ile beraber 5366 sayılı Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun gibi birçok kanun ve bunlara bağlı çıkarılmış yönetmelikler bu konudaki mevzuatı oluşturmaktadır. Görüldüğü üzere alan ve konu özelinde dönüşüm noktasında birçok yasal doküman olmasına rağmen; bugüne kadar nitelikli ve kamu yararını gözeten kentsel dönüşüm uygulamaları hayata geçirilmemiştir. Kamu yararı ve nitelikli kentsel dönüşüm uygulamaları için kullanılması gerekirken, bu mevzuatlar büyük oranda belirli grup ve rant odaklı çıkar çevrelerinin amaçları için kullanılmıştır.

Kentsel dönüşüm süreçlerini yönlendiren şey kamu yararı olması gerekirken, bu süreçler daha çok arazi rantını gözeterek hayata geçirilmiştir. Kentsel dönüşüm projeleri müteahhidin ana aktör olduğu ve bu durumun doğal sonucu olarak rantın ve müteahhit kârının belirleyici olduğu bir süreç haline dönüşmüştür. Boş araziler kentsel dönüşüm alanı ilan edilirken ve buralarda inşaat faaliyetlerine hızlıca başlanırken, gerçek anlamda dönüşümün gerekli olduğu kırılgan yapı stokunun olduğu yerleşik alanlarda ise rant oranı yetersiz olduğu için dönüşümlere başlanmamıştır. Bugün afeti yaşadığımız coğrafyada da dönüşüme muhtaç ne kadar büyük alanların ve binaların olduğu görülmüştür. Ancak yerel ve merkezi kamu otoritelerinin temel aktör olduğu ve kamu yararının gözetildiği bir süreç yerine müteahhidin ana aktör olduğu ranta dayalı dönüşüm süreçlerine ağırlık verildiği için maalesef bugün yaşadığımız acı afet tablosuyla karşı karşıyayız.

Yaşanan yıkımlardan sonra ne yapmalı?

Şu an itibarıyla oldukça büyük bir alanda kentlerimiz yıkıma uğramış durumda. Belli kentlerimizde ve bu kentlere bağlı bazı büyük ilçelerde kentsel yapıların büyük çoğunluğu yerle bir olmuş durumda. Bu kentlerimizin kısa sürede ayağa kaldırılması mümkün değil. Dolayısıyla afet bölgesindeki vatandaşlarımızın belli bir kısmının o bölgede kalmaya devam edeceği göz önüne alınarak nitelikli geçici yaşam birimlerinin oluşturulması, öncelikli olarak yapılması gereken şey.

Yıkıma uğramış kentlerimizde dönüşüm sürecinin belli bilimsel gerçeklikler ve gereklilikler göz önüne alınarak yapılması gerekiyor. Öncelikle yıkım yaşamış veya hasar bulunan binaların bulunduğu bölgelerde; tamamen yerleşime kapatılacak, dönüşümle yenilenecek, sağlıklaştırma ve güçlendirmeyle yerleşimin devam edeceği bölümlerinin kararının verilmesi gerekiyor. Bunun için acil risk analizleri ve bu analizlere dayalı planların hayata geçirilmesi gerekli. İşte burada planlama en önemli araç olarak öne çıkıyor. Yani bina ölçeğinde sürdürülen tartışmaların bundan sonraki süreçte esasen kent bütünü ölçeğinde sürdürülmesi gerekiyor.

Şehirlerin yeniden inşasında tüm bu hususlarla birlikte yaşanabilir, sosyal standartları yüksek yerleşimlerin kurgulanması da diğer önemli bir konu. Yapılaşmış ve yıkıma uğramış alanların birçoğunda sosyal ve teknik altyapı standartları ile erişilebilirliğin düşük olduğu görülüyor. Bu anlamda kentler yeniden inşa edilirken afet sonrasında yaşanabilir kent standartlarının yakalanması önemli. Burada şu hususun altını ısrarla çizmek gerekli: Kentlerin afete dirençli olmaları kadar yaşanabilir, erişilebilir ve donatı standartları yüksek yerler olması şart. Ancak tüm bu değerlendirmeler yapıldıktan sonra, yıkım görmüş kentlerimizde yerleşim yerlerinin yerinde yapılmasına ya da yapılaşmaları başka bölgelere kaydırmaya karar vermek gerekiyor.

Ve bundan sonraki süreçte afet riskiyle karşı karşıya olan diğer illerimizde de riskli yapı stokunun iyileştirilmesi noktasında çabalara bir an önce başlamak gerekli. Bu anlamda öncelikli olarak risk altındaki kentlerimizde kentsel risk analizi çalışmalarını tamamlayarak, kırılgan yapı stokunun bir an önce belirlenerek plan bütünlüğü içerisinde dönüştürülmesi ve dönüşüm neticesinde nihai hedefin nitelikli, sosyal donatı alan oranları yüksek mekanlar haline getirilmesi en önemli husus.

Yaşadığımız yıkıma baktığımızda kentler ölçeğinde yaşanmış bir yıkımdır. Dolayısıyla şunu net olarak ortaya koymak lazım: Yaşanan sorun da öncelikle kent ölçeğinde uygulamaya konulmayan planlama çalışmalarından ve politikalardan kaynaklanmaktadır. Sorunun ölçeği kent olduğu için çözüm noktasında da yine kent ölçeğinden başlayarak hareket etmek gerekmektedir. Depreme karşı dirençlilik ve yaşanabilir alanlar yaratmak adına kent ölçeğinde planlama çalışmalarına başlanılmalıdır. Bina ölçeğinde tartışmaların ötesinde bundan sonraki süreçte yapılması gereken öncelikli iş budur.

Bir de altını son olarak çizmek istediğimiz bir husus var ki o da imar afları. İmar afları öylesine düzenlemeler ki elinizde istediğiniz kadar teknik ve bilimsel açıdan güçlü yasal mevzuatınız olursa olsun; yürürlüğe giren imar afları, planları ve mevzuatı bir anda etkisiz kılabiliyor. Bu acılardan sonra imar aflarının bir daha hiçbir şekilde gündeme getirilmemesi gerekiyor.