Yüzlerce kitap kürek kürek ateşe atılıyor. Kitapların yanık kokusu burnumuza geliyor. Kitaplar, dergiler ortada yakılmış ateşte dans ediyor. Almanya geliyor akıllara. Hitler Almanyası...

Yine bir mahkeme. Yılmaz Güney’in resimleri çekiliyor. Fatoş Güney’e bakarken.

Her şeyimizi kullanırlar, diyor. Kadınlarımıza bakışımızı bile.

Zaman zaman askerlerle tutuklular arasında arbede çıkıyor. Mahkeme ile tartışmayan yok. Heyet, işkencelere kulağını tıkamış vaziyette. İşkenceden bahseden olursa dışarı atıyor.

Mahkemeye, git gellerle, o ay, geçiyor.

Olağan mahkeme günlerimizden biri. Salona, yakın yerden geldiğimizden olacak, önce, Selimiye grubu, alınıyor. Sonra sırasıyla Sağmalcılar, Maltepe’den gelenler. Yanımızdan geçerlerken, beni kutluyorlar, gibi şeyler… Ne oluyoruz demeye kalmadan..

– Kutlarız., diyorlar, kazanmışsın.

Anlıyorum yavaş yavaş. Öykü yollamıştım, onu kazanmış olmalıyım..

Sanki özgürlüğe kavuşmuş gibi oluyorum. Güney, yanımda.

– Ben sana söylemedim mi? diyor.

Dergi aradan birkaç gün geçtikten sonra geliyor. Beğenilen ilk beş öykü olarak seçilmiş jüri tarafından… Olsun. Yayımlanmaya değer bulmuşlar ya o da yeter..

Birkaç gün sonra somut olarak görüyoruz, yazımanın sonunu.

Yüzlerce kitap kürek kürek ateşe atılıyor. Kitapların yanık kokusu burnumuza geliyor.

Kitaplar, dergiler ortada yakılmış ateşte dansediyor. Almanya geliyor akıllara. Hitler Almanyası

Hapis yatılacak adam...

Yılmaz Güney ile 1976 yılında cezaevinde birlikte yatan Şeref Ünal anlatıyor

Onunla on yıl yatsam bana mısın demez. Zaman zaman da kızıyordu. O zaman herkes susuyordu. Valla korkuyorduk. Bir bağırıyordu. Herkes kaçacak delik arıyordu. Böyle bir olay da süt meselesinde çıktı. Dışarıdan süt gelmişti. Beklemekten bozulmuş.

Bana git bunu at dedi.

Kavanozu getir.

Ben de onu ısıt dedi sandım. Gittim, ocağa koydum. Akşam olup da sütü ocakta görünce.

Ne yaptın sütü?

Ocağa koydum.

Getir bana onu.

Getirdim. Kavanozu verdim.

İç.

İçtim.

Ne olmuş?

Bozuk, Ekşimiş...

Ben sana demedim mi. Bu süt bozulmuş. Bunu at diye.

Kavanoz sütü aldı karşı duvara fırlattı. Ben korktum. Hiç konuşmadım. Sonra gittim yanına.

Ben yanlış anlamışım abi dedim.

İşte bu yanlış anlama. Söyleneni anlamaman. Gün gelir insanın başına dert açar. Yaşamını yitirmene neden olur. Küçük hatalar büyük sonuçlara ulaşır. Önlenemez olur.

Ben, önce Yozgat Cezaevindeydim. Dört ölü, üç yaralı vukuatım var. Kayseri’ye nakledildim. Beni tek kişilik bir odaya verdiler. Üstü kapadılar. Altı ay böyle geçti. Param yok pulum yok. Arkadaşlar sigara veriyor. Bu hücrede, Deniz kalmış. Duvarlar yazılarla dolu. Ben bütün gün yazıları okuyorum. Kahrolsun faşizm. Yaşasın THKO. Dünya Faşizme mezar olacak gibi. Başka yapacak hiçbir şey yok. Bana yardımcı olan iki kişi var.

Biri Jandarma Erdoğan diğeri Alevi Ali Ekber amca. Ben de Alevi olduğumdan iyi anlaşıyoruz. Ankara Kapalı Cezaevi’nden bir akşam sevk geldi. Yılmaz Güney’i 1969 yılında bir kez İzmir’de görmüştüm. Altıncı filo’nun ziyareti sırasında. Gençler Amerikalılara hücum ediyor, gösteriler yapıyordu.

Ben de o sıralar bir inşaatta çalışıyordum. Bir gün işçilerle konuşurken gördüm. Altıncı Filo’yu taşlıyorlardı. Ben de katıldım gösterilere, yakalandım. Altı ay hapis yattım. Şimdi ise Yılmaz abi ile aynı hapisteydik.

Onu, önce 3. koğuşa verdiler. Jandarma Erdoğanlar TV seyretmeye gidiyorlar. Biz müşahade bölümünde olduğumuz için seyredemiyoruz. Yılmaz abi soruyor. Kimdir diye. Söylüyorlar. O gün bana Jandarma Erdoğan ile çamaşır, para ve kitap göndermiş. Bir sevindim, bir sevindim. O gece rahat uyudum.Üçüncü koğuşta idareye sürekli rapor veren Halit diye biri var. Yılmaz abi onu dövmüş. Onu da müşahadeye verdiler. Benim kapıya geldi. Nasılsın kardeş diye hatırımı sordu. İdare, Yılmaz Güney’in üzerine olay çıkarsın diye Faşist Duran var onu yollamış. Ona demişler sen olay çıkar. Biz Yılmaz’ı bu bölümden alıp müşahadeye kapatalım. Yılmaz abi de olay çıkınca. İşi anlıyor. Duran’ı da dövüyor.

Müdürle görüşeceğim. Üstün açılacak diyor

Müdüre söylüyor.

Sorumluluk senin diyor, müdür. Böylece üstüm açılıyor. Artık ondan sonra yanından hiç ayrılmıyorum.

Ziyarete çıktığında ben peşindeyim. Bana çok güveniyor.

Her gün ziyaretçisi geliyor. Öğrenciler çok geliyor. Onlardan "Soba, pencere camı ve iki ekmek istiyoruz." Kitabını veriyor. Onlarla konuşuyor. Bir başka gün Erol Taş ile Yeliz geliyor, ziyarete. Fatoş abla, her zaman geliyor. O zaten Yılmaz Güney’in her an ne yaptığını biliyor. Temizlik günlerinde, nöbete beraber çıkıyoruz.

Sen, tursili dök yerlere diyor. Kendisi elde hortum, süpürgeyle başlıyor, temizliğe

Abi, ben yaparım diyorum.

Niye? Diyor. Ben yeteneksiz ya da sakat mıyım? Diye sorar gözlerle bakıyor.

Tuvaletlere geldiğimizde.

Burayı bana bırak.

Ben sana ne söylüyorum, anlamıyorsun. diyor. Çaresiz çekiliyorum.

Yılmaz Güney’in müşahadeye gelmesiyle havası değişti buranın. Her yer tertemiz oldu. Havası güzelleşti. İnsanlar hareketlendi. Eğitim çalışmaları başladı. O, ise durmadan çalışıyor. Yazı yazıyor. Akşamları da bize anlatıyor. Faşizm nedir. Emperyalizm nedir. Halk, sınıf. Sonra da imtihan yapıyor. Adanalı abi var yaşlı. Bir gün bana:

-Ya Şeref ben bunlardan bir şey anlamıyorum derken. Yılmaz abi duyuyor. Çağırıyor, onu. Onunla konuşuyor.

Sen büyüksün. Herkese örnek olmalısın diye bağlıyor. O da devam ediyor.

Ben, mahçup olmamak için çok çalışıyorum. En az hatayı yapıyorum. Beni methediyor.

Her zaman uyanık olmalıyız. Düşmanlarımız uyumuyor. Hazırlıklı olmalıyız. Öğrendiklerimizi hayata geçirmeliyiz diyor.

Ben, ne öğrendimse. O’ndan öğrendim. O gün bugündür de aynı tarzda yaşıyorum.

O süt meselesinden sonra yanına gittim. Yanlış anladım. Abi, insan hata yapar dediğimde. Beni, kucaklayışını hiç unutmadım.