Bir hafta boyunca Hatay'da "Bu nasıl acı?" derken buldum kendimi. Karşılaştığım manzaraları unutmak istesem de burada tanıdığım insanların hiçbirini unutmayacağım. Yaşanılanlarsa sadece orada kalmamalı.

Yine de umut var
Fotoğraf: BirGün

Havva GÜMÜŞKAYA

Doğal afetin katliama dönüştürülmesinin üzerinden haftalar geçti. Enkaz kalıntılarıyla birlikte geçmiş, gelecek ve hayaller de moloz yığınlarının arasından çıkarılarak bir hafriyat kamyonunun üzerinde şehrin muhtelif noktalarına taşındı. ‘Afet bölgesi’ diye adlandırılan şehirlerde artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Acısını bile yaşayamayan insanlar en çok bunun farkında ve artık yasın yerini öfke almış durumda. Bir hafta boyunca Hatay’da, “Bu nasıl acı?” derken buldum kendimi. Beton yığınına dönmüş sokakların önceki halini hayal etmeye çalıştım sürekli. Yıkıntıları görmezden gelmeye çalışarak hayatın normal akışında nasıl ilerlediğini düşündüm. On binlerce insanın hayatını kaybettiği, kentlerin yok olduğu bu coğrafya ile böyle karşılaşacağım hiç aklıma gelmemişti.

Her şeye rağmen Hatay insanıyla tanışmak, yaraların nasıl birlikte sarılabileceğini gösteriyor. Kendilerini tanıtırken “Biz daha bizdik, bozulmamıştık. Ama bizi de yok ettiler” diyorlar. Zaten şu dakikadan sonra dertleri de yıkılan şehirlerinin arasından kültürlerini kurtarmak. Kentte son kalanların söylediği de bu: “Biz de gidersek buranın kültürü tamamen yok olur.”

Tenhalaşmış sokakların arasından kırsal mahallelere doğru giderken etraf da kalabalıklaşıyor. Önce biraz sohbet ediyoruz, dertleşiyoruz. Sonra “Haydi, sofraya” diyorlar. Reddetmek asla kabul görmüyor, “Hiç olmazsa şu biberli ekmekten yiyin” diyorlar. Adeta misafirperverliği burada öğreniyorum… 20 aile bir serada yaşıyorlar, biraz konuşuyoruz, röportaj yapıyorum. Ardından bir bakıyorum kısır gelmiş, “Hatay’ımızın meşhur kısırı, yemeden gitmeyin” diyorlar. Ahırlar yıkılmış, hayvanlarına yem bulamadıklarını anlatıyorlar, video alıyorum sonra kamera kapanıyor, tandırdan yeni çıkmış sıcacık lavaşı, “Tandır sağlam çıktı, ekmeğimizi pişiriyoruz en azından” diyerek tutuşturuyorlar elime. Mahcup oluyorum her seferinde. Karşılaştığım manzaraları bir çırpıda unutmak istesem de burada tanıdığım insanların hiçbirini unutmayacağım.

Öfke

En çok öfkeyle karşılaşıyorum. "Gelselerdi bu kadar insan ölmezdi…" Gelmeyen yardımlara öfke ise bambaşka. “Yayımlayacaksan çek” diyorlardı, açık yüreklilikle. “Allah kimseyi bunların eline bırakmasın ama zor durumdayız” köylerdeki genel durumu bu sözler ifade ediyor. 80 yaşındaki dedeyi, helikopterden atılan çadır için koşturmuşlar. “Dede sen nasıl yetiştin oraya?” diyorum, bu sefer yanındakilerle gülüşüyoruz, “Bakma sen ona” diyorlar. Ama bu olay herkesin içine oturmuş. Nasıl oturmasın ki? İnsan onuruna yaraşmıyor bir kere. Parasıyla bile alamadıkları, bulamadıkları birkaç çadır, devlet tarafından tarlaya atılıyor… Bu yüzden zaten “Depremden bir gün öncesine kadar hepimizin işi gücü vardı. Kimseye muhtaç değildik” diyorlar. Deprem haberini ilk aldığım günden itibaren kafamı kurcalayan depremzede olma halini böyle anlatıyorlar.

Çaresizlik

Hiç kaybı olmayan biriyle karşılaşmadım. Islak kalmış kıyafetleri topladığı leğenle, yarısı yıkılmış apartmanın kapısından çıkan kadının sözü kulaklarımda çınlıyor hâlâ: “Telefon numaralarından başka bir şey kalmadı. Arkadaşlarım, komşularım…” Dişini tırnağına takıp, 16 yıl boyunca evlere temizliğe gittiğini anlatıyordu bir kadın: "Temizliğe gidecek ev de kalmadı" Sözleri çaresizliği anlatacak başka bir cümleye de yer bırakmıyor. Tüm toplumun aynı anda bukadar çaresiz hissettiği başka bir dönem oldu mu, bilmiyorum ama yaşamım boyunca benim bu kadar çaresiz hissettiğim başka bir dönem olmadı.

Dayanışma

Döndükten sonra öğreniyorum en büyük yardım kuruluşu Kızılay’ın çadır sattığını. Hem de halkın parasıyla halka çadır satmış. Bir hafta boyunca gittiğimiz her köyde seradan bozma çadırları gördükten sonra bu haberlere verilecek tepki de hafif olmuyor tabii. Zaten var olan öfke daha da alevleniyor.

Fakat her şeye rağmen birbirimizin çaresi olmayı öğretenler de var. Bütün köyleri Dayanışma Gönüllüleri’yle birlikte gezdik. Eduardo Galeano’nun “Hayır işlerine inanmıyorum; dayanışmaya inanıyorum, hayırseverlik çok dikey… Yukarıdan aşağı iniyor. Dayanışma yataydır. Ötekine saygı duyar” anlayışıyla kurulan ilişkiler daha da samimi hale geliyordu. Birçoğu “Bunlardan başka kimse gelmedi ‘Ne haldesiniz’ diye sormadı” diyordu. Öyle ya dayanışma yaşatıyor. 6,4 ve 5 büyüklüğünde meydana gelen depremleri de Hataylılarla birlikte yaşadık. Depremin ardından çoluk çocuk kocaman bir yumak olup birbirimize sarıldık. Hepimiz çok korkmuştuk ama birbirimizden güç aldık.

Belki hemen olmayacak ama sofralarında şen kahkahalar eşliğinde sohbetler ettiğimiz günlerin hayaliyle Hatay’dan ayrılıyorum. İyileşeceğimize inanıyorum ve birlikte başaracağımızı biliyorum.

***

Tarifsiz acı

En tarifsiz acıyı kimsesizler mezarlığına gittiğimde yaşadım. Kara toprak uzadıkça uzuyor. Her yığıntının başında bir numara… Bazısında enkazdan çıkarılmış anne-çocuk birlikte gömülmüş. Kaskatı kesiliyor insan. Kucağında bebeğiyle anne babasının mezarını arayan Suriyeli Betül Haşişo’yu hiç unutmayacağım mesela… İki kere dezavantajlı olduğu bu topraklarda yarım yamalak konuştuğu Türkçesiyle, gözleri yaşlı mezarlara bakışını unutmayacağım… O, anne babasını ararken başka akrabalarının mezarını bulunca hangi duyguyu yaşayacağını bilemiyor, ben de ne soracağımı bilemiyorum. Ne sorulabilir ki bu tarifsiz acıyı yaşayana? Ne zaman geldiğini, nerede yaşadıklarını, ne zamandan beri ailesini aradığını öğreniyorum. Sonra aracına kadar eşlik ettiğimde numaramı yazmam için telefonunu uzatıyor. Arap alfabesinin olduğu telefona kaydediyorum numaramı, belki anne babasının mezarını bulduğunda arar…