Tek odalı bir evim olmuştu bir zamanlar. Bir sene, bir odalı bir evde, birbaşıma yaşamıştım.

Tek odalı bir evim olmuştu bir zamanlar. Bir sene, bir odalı bir evde, birbaşıma yaşamıştım.
Aslında öncesi var. Ordan başlamak daha doğru belki. Bir şeyi anlatırken ya çok öncesinden ya da çok ortasından anlatmaya başlamak gibi bir huyum var. Öncesinde en yakın arkadaşımla iki odalı bir evi paylaşmıştık. Günün her saati birlikteydik. Birbirimizden mi sıkıldığımızdan yoksa yalnızlığı mı özlediğimizden bilmiyorum evleri ayırmaya karar verdik. O kadar yakınlıktan sonra çok da fazla uzağa düşmek istemedik. Yan yana olsun dedik evlerimiz. İstediğimiz oldu. Kapı komşusu olduk. Yirmi üç metrekarelik yalnızlığım burda başladı. Çok eşyam yoktu. Taşınmak zor olmadı. Üniversitede ilk yıllarımızdı. Geç kalmış gibi aceleyle yaşadığımız zamanlardı. Liseden arkadaşım, sıra arkadaşım, ev arkadaşım ve sonra da  komşum oldu. Sıfatlar uzayıp gider aslında. Komşu olunca kapıyı çekip gidebilirsiniz yalnızlığınıza doğru. Canınızı sıkmaya başladığında da bırakıp gidiverebilirsiniz. Kapı yerine camdan girerdik birbirimizin evlerine. Camda sohbetlerimiz olurdu. Tek başına yaşamanın getirdiği özgürlük ve korku o camlar, anahtar delikleri arasında biryerlerdeydi. Bazen ikisi birbirine girerdi. Yirmi üç metrekarelik bir evin en güzel yanı gözünüzü açtığınızda evinizin her köşesini görebiliyor olmanız. İçeriden gelen sesler olmaz. İçerisi olduğunuz yerdir çünkü. Yaşadığınız alana hakimsinizdir. Birşeyi kaybetmişseniz bulmanız çok zaman almaz. Bir isteseniz bir saat içinde herşeyinizi bir valize koyup gidebilecekmişsiniz hissi verir o küçüklük. Her köşesini ayrı değerlendirirsiniz. Temizlemesi vakit almaz. (Dağıtmak da bir o kadar kolaydır ama konu o değil.) Hem koskoca bir evde kendini küçücük hissetmektense küçücük bir evde kendini küçücük hissetmek daha az korkutucudur. Eşyalı bir ev tuttuğumdan onlara yüklediğim anlamlar da olmadı. Ama her yıl bir başkasının kaldığı o ev, o çirkin eşyalar benim evim oldu. Bir seneliğine... Küçüklüğüne rağmen hayatımda o dönemdeki kadar da çok gelip gidenimin olduğu bir evim hiç olmadı. O zamanlar anladım yalnızlığın ne kadar beceri gerektiren bir şey olduğunu ve ışıkları kapatmadan uyuyabilmeyi başarmayı. İnsan yalnız kalınca içindeki sesler çoğalıyor. Tek kişi oturup bir konu üzerinde binbir türlü farklı şey düşünebiliyorsunuz. Geçmişi yeniden yazabiliyor, ya şöyle yapsaydım ya şöyle deseydim diye hayatı başka yollara da sokabiliyorsunuz. Gelecek için senaryolar üretiyorsunuz. Bazense oturup, şimdide, yalnızlığınıza kendinize bir sofra kuruyor ya onunla kavga edip masayı terkediyor ya da keyifli bir sohbetle akşam yemeğinizi yiyorsunuz. Benim o yıllarda dengesiz bir ilişkim oldu yalnızlıkla. Birgün güzelce ağırladıysam masamda ertesi gün kovdum. Anahtarı üstüne kitleyip günlerce eve dönmediğim de oldu. Biraz yalnız kalsın da anlasın dedim, anlasın da bir daha gelmesin diye. Bulamayınca çıkıp aradım kolundan tutup geri getirmek için. Bir kavgalı bir barışık olduğum yalnızlığımdan çok kendimdi belki. Bir kapı zili, bir pencere aralığıyla onu yirmi üç metrekarede tek başına bırakabilme lüksüm vardı aslında. Yalnızlığın soğuk duvarlarını tanımam da, onu aşıp hayatın eğlenceli sokaklarında dolaşmam da aynı döneme tekabül eder. O zamanları düşündüğümde Pavese gelir aklıma. O zamanlar bunları çok fazla düşündüm. Üzerine konuşmak yerine sustum. İçimdeki çok sesli koroyu da susturdum ve “Kendimi yalnız bırakmamak için bütün gece aynanın karşısında oturdum...”