Azra Deniz Okyay’ın yönettiği “Hayaletler” filmi dijital platform MUBI’de gösterime girdi. 30 ülkede çevrimiçi gösterilen filmin yönetmeni, “Film hareket eden, nefes alan bir şey ve bu nefese ihtiyaç var” diyor.

Yönetmen Azra Deniz Okyay: Filmin nefesine ihtiyacımız var

Murat Tırpan

Venedik, Varşova, Kazablanka ve Antalya film festivallerinden ödülle dönen Azra Deniz Okyay’ın ilk uzun metrajlı fimi Hayaletler, MUBİ’de gösterime girdi. Film, elektriğin saatlerce kesik olduğu bir günde yolları kesişen dört insanın hayatına odaklanıyor. Hiphop dansçısı olmanın hayalini kuran Didem, kentsel dönüşüm fırsatçısı Raşit, belediyede temizlik görevlisi olarak çalışan İffet ve mahallede yaşayan çocuklara gönüllü dersler veren Ela’nın iç içe geçmiş hayatlarından bir kesit sunarken kentsel dönüşüm, muhafazakârlaşma ve kadın meselelerini tartışmaya açıyor.

Filmin yönetmeni Azra Deniz Okyay ile konuştuk.

► Hayaletler’de çoklu bir bakış açısı var, birçok karakter, hikâye ve mesele barındırıyor. Bunu tercih etmenizin nedeni nedir?
Bu bilinçli bir tercihti elbette. Ben kendi jenerasyonumda beni etkileyen, dışarı baktığımda beni boğan farklı durumları, bir kadın olarak özellikle birkaç duyguyu bir arada içeren bir bakış açısını kullanmak zorundaydım. Bu tür bir bakışı başkaları kullanmıyorsa bence bu bir eksikliktir. Kalıplar içerisinde yaşamamaya çalışan biri olarak beni bile zorlayan bir ülkede yaşıyorum. Filmde gördüğümüz küçük kesit aslında hepimizin deneyimledikleri. Bazı eleştiriler alabileceğimi düşündüm ama bu beni korkutmuyor. Bazı şeylerin ifade edilemediği bir ortamda bir yönetmen ve senarist olarak hissettiklerimi ortaya koymam gerekiyordu.

► Aslında küçük kesit diyorsunuz ama kurduğunuz mikro evren, ülkeye dair tüm dertlerimizi ortaya koyuyor. Büyük bir tablonun parçası bunlar.
Ben kendi adıma bir meseleden yola çıktığımda diyelim ki bu İstanbul Sözleşmesi olsun, bunun bağlı olduğu bir domino etkisi var, hepsi birbirine bağlı. Bunların hepsinin ifade edilmesine gerek vardı demek ki. Küçük bir kesit diyorum çünkü soruları daha yeni yeni sormaya başlıyoruz. Çok şey eksik, sinemamızda da böyle bu. Daha çok şeyle yüzleşmemiz gerekiyor. Bütün bu çok şey bende tek bir duyguya tekabül ediyor, birleşiyor. Ben neye bakıyorum, bir sanatçı olarak ne görüyorum bunun üzerine gidiyorum.

► Sinemamızdan bahsettiniz ya, gerçekten de birçok işten farklı bir yerde duran bir film yaptınız. Bu tür işler az yapılıyor.
Evet sinemamızda ne yazık ki zaman zaman artan bir tekrar duygusu var. Bazen aynı ya da sınırlı kavramlar üzerine yapılan sinema filmlerini izliyoruz. Genel anlamda çerçevenin bir tık daha büyütülmesi gerekiyor, özellikle bu dönemde. Bende yaşadıklarımdan ortaya çıkan bir tortu var ve hep bunu ortaya koyuyorum. Mesela dinamik bir kamera görüyorlar, bazılarına alışılmadık geliyor ama işte bu bile duygularımı doğru anlattığımı gösteriyor. Biz bir şeyleri ifade etmezsek bunların hiç konuşulmayacağı bir dönemde yaşıyoruz. Ben filmimdeki biçimi on beş senedir yaptığım mesleğimden öğrendim. Kurgusunu ve senaryosunu da yazdım ve orada biraz başımızın dönmesi gerektiğini de düşünüyorum, çünkü gerçek böyle.

► Filmin biçiminin de o mahallelerdeki insanların ruh haline denk geldiğini düşünüyorsunuz sanırım.
Evet kesinlikle öyle. Ben bazı şeyleri filme koyup koymamakta hiç tereddüt etmedim, hayatımdaydı bunlar zaten benim. “Korospular”dan tutun da Sulukule’deki kentsel dönüşüme kadar… Ben yirmi senedir yakın bir şekilde yaşadım bunları. Ben bununla büyüdüm. Dolayısıyla bunların iç içe geçmesi son derece normal. Senaryo ve biçim burada birleşiyor. Perspektifi büyütmekten yanayım. Sosyoloji, ekonomi, kadın meselesi bütün bunları bilmek ve hissetmek lazım. Böyle bakarak ben Sucular mahallesini bir mikrokosmos olarak gösterip aslında büyük bir perspektifi yakaladığımı düşünüyorum.

KENTSEL DÖNÜŞÜM DOMİNONUN PARÇASI

► Son dönemde kadınların sorunları, kentsel dönüşüm gibi konular hakkında az da olsa bazı örnekler görmeye başladık.

Ben Sulukule’yi biliyorum, Babam İsmet Okyay, Mücella Yapıcı ile orayı kurtarmaya çalıştılar. Kısa bir belgesel de yaptım. Öte yandan bir ülkenin nasıl metaforik bir şekilde çöktüğünü başka ülke sinemalarında da görüyoruz. Still Life gibi bir filmde de görmüştük mesela. Ben bir karakter olarak kullandım şehri, en önemlisi buydu. Bu bir dekor değildi, konuşuyordu ve sesi vardı şehrin. O sesin içinde protesto sesleri, iş makinaları, helikopterler de mevcuttu. Kentsel dönüşüm o domino etkisi içerisinde bir parça sadece. Tüm yapıyı görmek gerekiyor.

► Karakter dengesi değişti mi bu beş senelik süreçte?
İlk başta İffet karakteri ilgimi çekmişti. Bir kadın neden Sulukule’de böyle yaşamayı tercih eder sorusuydu bu. Sulukule’de gördüm ki kadınlar sürekli form değiştirmek zorunda kalıyorlar. Filmin ilk isimlerinden biri de “Figuras”dı. Etimolog Erich Baumbach 1943’te Almanya’dan buraya sürgün ediliyor ve bu kelimeyi üretiyor, değişen karakter demek. Benim de ilgimi çeken buydu, İffet neden öyle değişiyor, Didem değişiyor; Raşit’in eskiden mahalleli olsa da nasıl değiştiği, hatta Ela’nın da değişmesi... Değişen karakterlere ilgi duydum ve o insanlarla empati kurdum.

► Filmin sonunu umutlu bitiriyorsunuz.
Evet öyle, aslında bu gayet ütopik bir resim. O küçücük ışık bile çok önemli. Dünyanın hiçbir yerinde bir kadın Norveç’te bile olsa tek başına dans edemeyebilir. İyi ki de o sonu seçmişim çünkü biz bu tür şeyler yapmadığımız takdirde kimse bize söz vermiyor. Bunu alıp tam da ortaya koymamız gerekiyor. Film hareket eden, nefes alan bir şey ve bu nefese ihtiyaç var.