Programında 70'e yakın filmin yanı sıra konser, sergi ve paneller de bulunan Berlin Kürt Film Festivali, 8 Ekim'de başlayacak. Festivali BirGün'e değerlendiren Yönetmen Leyla Toprak, filmlerin, kültürel, sosyal ekonomik olarak dramatik düzeyde farklılık içeren bir toplumda yaşamaya devam etmek için itici bir güç sağladığını söyledi.

Yönetmen Leyla Toprak: Berlin'de Kürt sinemasının panoraması olacak

SEÇİL KALENDEROĞLU/ BERLİN

Bu sene 10. yaşını kutlayan “Berlin Kürt Film Festivali”, Kürt sinemasının güncel ve geçmişten önemli örneklerini 8-14 Ekim tarihleri arasında sinemaseverlerle buluşturmaya hazırlanıyor. Koronavirüs salgını nedeniyle ilk kez online olarak gerçekleşecek olan festival programını ve koronavirüs sürecinin etkilerini, bu sene festivalin küratörlüğünü üstlenen yönetmen Leyla Toprak ile konuştuk.

Leyla Toprak, festivalin ana odağını, küresel ve ekonomik sistemin sürekli ve hızlı bir tüketim anlayışının insan ve doğaya etkisini, bu durumun yarattığı tahribat sonucu, ekolojik sistem içinde yer alan tüm öznelerin yaşamını riske atışını; doğa ve insan hakları ihlallerinin sinema aracılığıyla nasıl görünür kıldıklarını da anlattı.

►Bu sene onuncu kez düzenlenen Kürt Filmleri Festivali`yle nasıl tanıştınız? Program küratörlüğüne olan yolculuğunuz nasıl gerçekleşti?

Festivali, ilk yılından beri düzenli olarak takip ettiğim için doğal bir tanışıklığım vardı. Aynı zamanda belgesel film çalışmalarımdan ikisi: Distant (Uzak) ve Kırmızı Mendil (Red Handkerchief) geçtiğimiz sene festivalde gösterildi. Ayrıca festival kapsamında düzenlenen “Sinemada Feminen Yapı ve Felsefenin Oluşumu” başlıklı panelde konuşmacı olarak yer aldım. Bu sene de festivalin küratörlüğüne uzanan böyle bir yolculuğum oldu.

►Festival programını hazırlarken odağınızda neler vardı, bu sene izleyiciyi neler bekliyor?

Öncelikle Festival programı Odak (Focus), Odakdışı (Out Of Focus), Kısa film yarışma bölümü (Short Film Competition), Deneysel sinema (Experimental Cinema) ve Çocuk (Kids Program) bölümleri olmak üzere yetmişe yakın filmden oluşuyor. Ayrıca konser, sergi ve paneller de yer alıyor. Festivalin ana odağını, uzun yıllardır içinde yaşadığımız küresel ve ekonomik sistemin sürekli ve hızlı bir tüketim anlayışıyla insanı ve doğayı araçsallaştırmasının ve bu durumun yarattığı tahribat sonucu, ekolojik sistem içinde yer alan tüm öznelerin yaşamını riske atışını çok derinden hissettiğimiz bu son aylarda, doğa ve insan hakları ihlallerinin sinema aracılığıyla görünür kılmasına adadık. Türkiye’de Kürt sinemasının bir panoramasıyla, üç ayrı kuşaktan filmler görebileceğiniz programda, çevre ve politika, doğa ve tarih, göç, savaş, feminizm, eğitim gibi başlıklar altında kurmaca, belgesel, deneysel sinema ve çocuk sineması örneklerini hem sinema salonlarında hem de online platformda seyircisiyle buluşturmuş olacağız.

Panoroma bölümünde, Kürt Sineması tarihinin öncü ismi Yılmaz Güney’in, 1982'de Cannes'da Palme d'Or ödülünü kazanan Yol filmi yeniden düzenlenmiş haliyle yer alıyor. Ahu Öztürk’ün yönetmeliğini yaptığı Dust Cloth (“Toz Bezi”, 2015), Erol Mintaş’ın yönetmeliğinin yaptığı, Song Of My Mother (“Annemin Şarkısı”, 2014) ve belgesel sinema bölümünde Kazım Öz’ün Distant (“Dûr”, 2005) filmi ve Ruken Tekes’in Aether (2019) yer alıyor. Bunların yanı sıra Rodi Güven Yalçınkaya yönetmenliğinde “Momê”(2019), Soner Caner ve Barış Kaya yönetmenliğinde “Rauf” (2016), Dirk Schafer yönetmenliğinde “Bekar Evi”(2019) de seçki arasında yer alan filmlerden bazılarıdır.

‘SİNEMANIN KÜLTÜREL VE SOSYAL PAYDAŞLIGINDA BULUŞMA’

►Festivalde bir de kısa film yarışması olacak. Bu yarışmada nelere dikkat ediliyor, sizin için bu yarışma neden önemli?

Festival kapsamında, bu yıl ilk defa özellikle genç sinemacıları desteklemek, teşvik etmek, imkan sunmak ve görünür kılmak amacıyla kısa film yarışması bölümü açıldı. Bu bölüm dünyanın her yerinden gelen yüzlerce kısa film ile zenginleşti ve bu filmler arasından seçilen 12 kısa film yarışma kısmında yer almaya hak kazandı. Bu filmler içinden, başkanlığını Soleen Yusuf’un yaptığı, Nazmi Kirik ve Thomas Kössler’den oluşan jüri tarafından seçilecek ilk üç film ödüllendirilecektir.

►Daha önce “Distant” belgeseliniz de Berlin`de gösterilmişti. Filminizi Berlinli izleyiciye ulaştırmak sizin için nasıl bir duygu?

Evet, Berlin’de bir kaç defa farklı etkinliklerde gösterildi. Dünyanın diğer yerlerindeki gösterimlerden biraz daha farklı olduğunu düşünmüştüm. Bunu nedeni ise Berlinli izleyicinin farklı sosyo-kültürel yapıya sahip oluşundan kaynaklanıyordu. Bu bağlamda gelen soru ve yorumlarda o oranda bir çeşitlilik barındırıyordu. Bu yönüyle oldukça samimi ve güzel bir deneyim olarak kişisel tarihimde yerini almış oldu.

►Almanya'da yaşamakta olan izleyicilerin Kürt sinemasına olan yaklaşımlarını nasıl değerlendirirsiniz?

Farklı sebeplerle ülkesinden ayrılmak zorunda kalan insanlar için kültürel ve sosyal paydaşlık bulabilecekleri ve kendi coğrafyalarından gelen hikayelerden oluşan filmleri izlemek kuşkusuz ki bir terapi özelliği taşımaktadır. Bu filmlerle kurdukları bağ sayesinde duygusal ve düşünsel olarak varoluşlarının tüm detaylarını yeniden görebilmelerini sağlayan bir aynaya bakıyorlar diye hissediyorum. Kuşkusuz ki bu bakış, kültürel, sosyal ekonomik olarak dramatik düzeyde farklılık içeren bir toplumda yaşamaya devam etmek için itici bir güç sağlıyor. Ayrıca Alman seyircisi için ise, büyük oranda farklı duyuş, düşünüş ve davranış biçimleriyle oluşan kültürlerden gelen filmler onlara çoklu bakış açıları kazandırırken aynı zamanda filmlerin elçiliğinde bir anlam dünyası ve gittikçe derinleşen bir iç görü yaratığını gözlemliyorum.

‘BU DÖNEM HAYATA VE ANLAMA DAİR ÇOKÇA SORU SORDUĞUM BİR SÜREÇ’

►Son olarak korona sürecinden tiyatro, sinema gibi görsel sanatlar alanı çalışanları da oldukça etkilendi ve etkilenmeye de devam ediyor. Bir sanatçı olarak bu süreç sizi nasıl etkiledi ve önümüzdeki dönemden beklentileriniz nedir?

Evet, tüm insanlığı psikolojik ve fiziksel olarak oldukça kötü etkileyen ve etkilemeye de devam eden bir süreç olduğu kesin. Bu durumdan, özellikle de seyirciyle doğrudan teması olan görsel sanatların çok daha fazla etkilendiğini düşünüyorum. Tüm bu süreçte kendime dönüp baktığımda yaşadığımız hayatın ve bir sonraki adımın belirsizliği içinde, dışarıda doğanın hoyratça coşkusunun yarattığı sınırsızlık hissi ve içeride insanın zorunlu sınırlılığından kopup gelen hissin, ruhumuzda gezindiğini çok derinden hissediyordum. Bu dönem hayata ve anlama dair kendime çokça soru sorduğum bir zaman olarak içimde yer etti. Ve her seferinde kopup gelen cevabın gizemi ve içimizden yine içimize açılan, ıskalanmış, görmezden gelinmiş, kapatılmış ve belki de zamanın tozuyla belenmiş pencerelerde gizliydi…Sanırım birçoğumuz için tedirgin, hüzünlü ve yer yer çözümsüz hissederek hem kendi iç dünyamıza hem de dışımızda yer alan her şey bakmak için de garip bir fırsat yarattı diyebilirim. Peki tüm bunlar bize ne söylüyor... Artık insan doğanın efendisi olmaktan ve kar hırsıyla her türlü müdahalede bulunmaktan vazgeçmeli, tıpkı dalında bir yaprak, akıp giden bir su ve bağrında hayatı filizlendiren bir avuç toprak gibi doğanın bir bileşeni olarak kendini görmeye başlamalı daha da geç olmadan...