Selma, Amerikalı siyahilerin oy hakkı için büyük yürüyüş başlattıkları kent… Yoksullar yine yoksul, dünya yine Amerikan bombalarıyla kan revan içinde, ne gam. Seçebiliyoruz ya, daha ne gerek bize?

Yürüyelim arkadaşlar

ÖZGÜRLÜK YÜRÜYÜŞÜ

“Selma”, filmde bir kadının adı değil, ABD’de küçük bir kentin adı. Kentin önemi “civil rigths movement” diye adlandırılan, Siyahilerin oy hakkı mücadelesinde oynadığı rolden kaynaklanıyor. Selma, Amerikalı Siyahilerin oy hakları için büyük bir yürüyüş başlattıkları kent. Selma, Dallas’tan Montgomery, Alabama’ya kadar 1965’te gerçekleştirilen 80 km’lik bu yürüyüş, Siyahilerin oy hakkı kazanımında önemli bir rol oynuyor. Bu haftanın ikinci yürüyüş filmi ‘Yaban’ınkine göre oldukça kısa bu yürüyüş ama önemi daha büyük.

Yürüyüşün önderi Martin Luther King. King bir din adamı; Gandhi gibi King de şiddete karşı, barışçı mücadeleden yana. O dönem Amerikan Başkanı Lyndon Johnson ve Johnson, Vietnam’a bombayla ve soykırımla demokrasi getirmeye çalışıyor. FBI’ın başında ise J. Edgar Hoover denilen faşist var. Son dönemde “American Sniper” filmiyle yine faşist bir yapıta imza attığı söylenen Clint Eastwood, Edgar Hoover’ı insancıllaştıran “J. Edgar” adlı filme de imza atmıştı 2011’de.


BUGÜN GİT YARIN GEL
Johnson’la King film boyunca birkaç kez karşı karşıya geliyorlar. King, başkandan Siyahilerin oy hakkını kullanmalarını engelleyen uygulamaları durdurmasını istiyor; Johnson her seferinde zamanı değil diye geri çeviriyor. Polis ilk yürüyüşü, copla, biber gazıyla, kısacası orantısız şiddetle durduruyor. Gel de Erdoğan’a hak verme: Orantısız şiddetin kitabını yazanlar, AKP’yi nasıl eleştirir? Al birini, vur ötekine. Türk polisi hiç de yaratıcı değil; ne yaptılarsa, daha önce Batının polisi çoktan yapmış.

Amerikan polisi düşmanının kafasına kafasına vururken, Edgar Hoover ise bel altına çalışıyor. King’i karısına ispiyonlamaya, başka kadınlarla ilişkisini ifşa etmeye çalışıyor.


DEĞİŞEN NE OLUYOR?
Velhasılı kelam, sonunda kötü adamlar yeniliyor, Johnson insafa ve imana geliyor, Amerikalı Siyahiler oy hakkını kazanıyor. Kazanıyor da ne oluyor? Son seçimlerde rekor sayıda seçmen oy vermeye gitmemiş Selma’da. Zaten Amerika’da seçimlere ilgi son derece düşüktür. Çünkü al Demokratları, vur Cumhuriyetçilere. Kim kazanırsa kazansın, yoksul yine yoksuldur, zengin yine zengin. Hatta gidişata bakılırsa zengin daha zengin, yoksul daha da yoksul. Selma’da çocukların yüzde 60’ı, yoksulluk seviyesinin altında yaşıyormuş 2014’te (wsws.org). Seçimlere ilgi duymamalarının nedeni açık değil mi? Aman canım, Siyahiler oy verse ne olur, vermese ne olur diyecek değiliz. Versinler tabii ki. Hatta Obama gibi başkan da seçilsinler. Sonra da Obama, Beyaz Saray’da “Selma”ya özel gösterim yapsın, gururlansın, gert gert gerinsin. Yoksullar yine yoksul ve aç, dünya yine Amerikan bombalarıyla kan revan içinde, ne gam. Seçebiliyoruz ya, daha ne gerek bize?

***

YABAN

Doğada tek başına yolculuk yapan kahraman hikâyeleri bir tür oluşturacak kadar çok. Mia Wasikowska’yı Çöldeki İzler’de izleyeli daha bir yıl olmadı. Çöldeki İzler’in kahramanı travmalarla dolu çocukluğuyla hesaplaşmasını Avustralya’yı boydan boya katederek gerçekleştiriyordu.
Yine karşımızda travmalarıyla baş etmek için tek başına yolculuğa çıkan bir kadın kahraman var. Yine gerçek bir hikâyeden yola çıkılmış. Bu kez ülke Amerika, yer Pasifik kıyısı, yıl 1990’ların ortası.


ÇARE YOLCULUK
Cheryl Strayed (Reese Witherspoon) annesini kaybedince yaşadığı kaybın altında ezilir. Annesi Cheryl’in her şeyidir. Alkolik ve saldırgan babası zaten uzun zamandır yoktur hayatında. Cheryl yaşadığı kayba karşı tepkisini kendisini uyuşturucu ve seksle cezalandırarak verir. Kendisiyle yatmak isteyen herkesle yatar, eroini dibine kadar kullanır, kimden olduğunu bilmediği bir hamilelik yaşar. Kocası tarafından terk edilir. Ve bir noktada bu baş aşağı gidişe bir son vermek gerektiğini anlar. Çözüm olarak bulduğu şey ise yaklaşık 2 bin kilometrelik bir yolculuğa çıkmaktır, yayan ve tek başına.
“Yaban” bu yolculuğu ve -flashback’lerle- öncesini anlatıyor. Yolculuğun Cheryl için sembolik anlamları, işlevleri olmalı: Hem annesi için düzenlenmiş bir veda töreni, hem de başarırsa, kendisine saygısını yeniden kazanacağı, kendisini yeniden değerli bulacağı bir sınav.  


İZ BIRAKMIYOR AMA İZLENİYOR
Geriye dönüp baktığımda filmin çok da fazla iz bırakmadığını görüyorum fakat ilgiyle de izledim. “Çöldeki İzler”den daha iyi. Reese Witherspoon bu rolüyle Oscar’a aday oldu. Fena oynamamış gerçekten. Sonuçta film, tavsiye edilir. Sevilen birinin kaybının bireyin hayatında ne kadar büyük sonuçlara yol açabileceğini ve her şeye rağmen yola devam etmek gerektiğini göstermesi bile önemli. Yürü be kızım!

***

TURİST

Seyrederken uyuyakaldığım bir film hakkında yazmamam gerektiği söylenebilir. Ben de neden uyuduğumu anlamaya çalışacağım, bunu anlarken film üzerine yazacağım.
“Turist” türü filmler için bir kavram uyduracağım önce: Yellengiz. Bu kavramın adını uydururken İngilizce’deki artsy fartsy sözcüğünden yola çıktım. İngilizce’de art’ın sanat, fart’ın ise yellenmedeki yel olduğunu söylemekle yetineyim.
Yellengiz (yel ile artiz, hadi len’in len’i aracılığıyla birleşiyor, art düşüyor) sinema nasıl bir sinema? Anlattığı şeyi çok önemli, yaptığı şeyi çok sanatsal sanan bir sinemadan söz ediyorum. Turist bize mutlu bir aile tablosu çizerek başlıyor. Demek ki ne olacak? Bu tablo bozulacak, darma duman olacak. Of be anam, biliyoruz öyle olacağını. En azından ‘Blue Velvet’teki beyaz bahçe çitlerinden, el sallayan itfaiyecilerden beri biliyoruz. Haneke’nin “Tehlikeli Oyunlar”ından beri biliyoruz.


FİLM İŞİNİ BECEREMİYOR 
Hele bir de kar manzaralarının üzerine Vivaldi’den Yaz’ı koymuşsan, nasıl ters köşeye yatacağımızı çok iyi biliyoruz. Ailenin babası bir an panikler ve kendi hayatını korumaya çalışırken, karısını çocuklarını unutuverir. Bir şey olduğu da yoktur aslında, bir kar bulutu oturdukları kafenin üstüne gelmiştir, o kadar. Mesela birkaç yıl önce İFF’de Altın Lale’yi kazanan “The Loneliest Planet”de (En Yalnız Gezegen) olduğu gibi, bir silah doğrultulmamıştır kahramanların üstüne. Ama aile babasının bu korkusu, aile dinamiklerini sarsacaktır yine de. Film bu durumu deşme iddiasında. Ama çok beceriksizce yapıyor işini. Hiçbir yere çıkmayan bir sürü çıkmaz sokakta dolaşıyor film. Mesela adam, itiraflarda bulunuyor, karısına “Seni aldattım” diyor. Ve hiçbir şey olmuyor, kadın hesap sormuyor. Adam, bir kadınla kur yapmaya hevesleniyorsa da, yanlış alarm olduğu ortaya çıkıyor. Niye? Bilmem ki niye. Öylesine işte. Karda kayboluyorlar, adam kadını kucaklıyor ve kahraman oluyor?! Kadın otobüste panikliyor ve herkesi peşinden sürüklüyor, otobüsü terk ettiriyor. Şoför basıp gidiyor?!! Kimse, tur şirketine telefon etmiyor. Adam sigara içiyor?!! Kızı şaşırıyor.

ANLATACAĞIN YOKSA!
Yahu tamam, korku önemli. Ben de bu konuda bir kısa film yaptım ömr-ü hayatımda mesela. Ama kısa film yaptım. Anlatacak bir şeyin yoksa kısa film yap kardeşim. Sündüre sündüre, yellengiz bir film yapacağına, haddini bil. Ya da The Loneliest Planet gibi daha düzgün bir film yap. Uzun planlar, muğlak, bir yere varmayan, her şeyi seyircinin yorumuna bırakan sahneler çok sanatsal olmuyor, yellengiz oluyor olsa olsa. Arada sırada gözümü açıp baktığımda gördüklerim hep böyleydi. Ben de sıkılıp gözümü kapıyordum. “Turist” hakkındaki fikrim budur.       
Not: Artsy fartsy için entel dantel de kullanılabilir elbette. Ama bana nedense yetmedi.