19 Mayıs 1919 ile 30 Ağustos (veya 9 Eyül) 1922 tarihleri arasında geçen Kurtuluş Savaşı, bir askeri mücadele dönemi olduğu kadar bir siyasi varoluş dönemidir. Siyasi varoluşun bu ilk aşaması, 1923'te Lozan Barış Antlaşması ile tamamlanacaktır.

Zafer Bayramı ve karşı-devrim

Oğuz Oyan

Ulusal bayramlar, bir halkı ulus yapan tarihsel dönüm noktalarının anımsanması amacıyla kutlanır. Bu dönüm noktaları genellikle kurtuluş/bağımsızlık mücadelelerinin simgesel tarihleridir. Keza, İkinci Dünya Savaşı sonunda Nazizmin kesin yenilgiye uğratıldığı tarih hem ulusal hem de uluslararası anmaların konusudur.

Bazen, feodal dönemi bitiren bir devrim de o ulus için (örneğin Fransa) bir ulusal bayramdır. Tıpkı sosyalist devrimlerin birçok ülkede (ve bir zamanlar SSCB'de) en büyük kutlamalara sahne olması gibi. Ama Ekim Devrimi'nin izleri o kadar derindir ki, bugün insanlığın dünya çapında ortak olarak görkemle andığı tek devrim olma özelliğini korumaktadır.

Bir ülkede ulusal bayramların artık (resmen) kutlanmamasının iki karşılığı olabilir. Birincisi, net bir rejim değişikliği olmuş (örneğin Osmanlı'dan Türkiye Cumhuriyeti'ne geçilmiş) ve eski anma günlerinin anlamı kalmamıştır. İkincisi, ortada (hukuki anlamda) net bir rejim değişikliği olmamakla birlikte, karşı-devrimci güçler rejim dönüştürücü bir süreçte epey yol almışlar, ama buna rağmen toplumun önemlice bir bölümünü bu tersine-dönüşüme razı edememişlerse, ulusal bayramların kutlanmasını fiilen yasaklamak gibi yan yollara başvuracaklardır. Cumhuriyet öncesinin sözde simgesel tarihlerinin/simalarının öne çıkarılması (yeni-Osmanlıcılık) çabaları bunu tamamlayacaktır. Türkiye'deki durum özetle budur.

Kendi ulus-devletleşme tarihiyle bitmeyen bir hesaplaşma içinde olan siyasetçilerin iktidar (veya güçlü bir muhalefet) olabildiği Türkiye'den başka bir ülkeyi bulamazsınız. Örneğin Fransa'da monarşistler vardır ama siyasi düzlemde hiçbir güç ve haysiyetleri yoktur; en sağ partiler bile onlarla yan yana görünmek istemezler. Gene bu ülkede "Keşke Almanlar/Naziler kazansaydı" diyebilecek bir sefil kişiliği savunabilecek iktidar partileri, keşke Sèvres geçerli olsaydı diyen muhalif siyasi hareketler varlıklarını sürdüremezlerdi. Peki, Türkiye'de neden böyle güçlü tepkiler verilemiyor? İktidarın sopasının uzunluğundan mı, Cumhuriyet'in kurucu partisinin zaaflarından ve yetersizliğinden mi, kitlelerin Cumhuriyet devrimlerini sindirmesinin yani "aydınlanmanın" önünün 1950'lerden itibaren sürekli kesilmesinden mi, dinci siyaset elinde iyice radikalleşen karşı-devrimin, dış desteği de açıkça arkasına alarak, fütursuzca örgütlenebilmesi ve kurumların içini kolayca boşaltabilmesinden mi? 2007 ve 2013'teki güçlü halk tepkilerini unutmadan bu sorular üzerine düşünmek gerekir.

ZAFER KOLAY KAZANILMADI

19 Mayıs 1919 ile 30 Ağustos (veya 9 Eyül) 1922 tarihleri arasında geçen Kurtuluş Savaşı, bir askeri mücadele dönemi olduğu kadar bir siyasi varoluş dönemidir. Siyasi varoluşun bu ilk aşaması, 1923'te Lozan Barış Antlaşması ile tamamlanacaktır. Nitekim M. Kemal, "Dört senelik bağımsızlık savaşımız" (Nutuk, Süryay Yn., 2. cilt, s.113) derken, Lozan'ı da içermektedir.

Kurtuluş Savaşı sadece bir askeri örgütlenme ve direnme öyküsü, hatta savaş ve diplomasi bütünlüğünden ibaret değildir. Bunlara Büyük Millet Meclisi'nin milletin meşru siyasi temsilcisi olarak sahneye çıkışı eklenmektedir. Üstelik Birinci Meclis, çöken Osmanlı rejiminine sadakatlerini koruyanlar yanında dinci bir rejim isteyen üyeleri bakımından kendi içinde de çok sert siyasi mücadelelerin sahnesi olmuştur. Kendisini "İkinci Grup" olarak adlandıran bu muhalefetin, fırsat bulduğunda, etkilerini kendi grubunun ötesine de taşırabildiği ve tehlike arz edebildiği dönemler olacaktır.

Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet düşmanlarınının küçümsemek istediği gibi yalnızca işgalci Yunan ordusuna karşı verilmiş bir savaştan ibaret değildir. Savaş, hem Yunan işgalinin hem de Sèvres'in arkasındaki emperyalist Batı ittifakına karşı verilecektir. Sèvres'i kabul eden ve Ankara'yı çökertmeye çalışan çürümüş Osmanlı rejimine karşı da mücadele verilmesi şart olacaktır.

1919 yılı, 19 Mayıs sonrasında, Amasya Tamimi'nden itibaren siyasi temeli oluşturma, Erzurum ve Sivas Kongreleri üzerinden siyasi meşruiyeti pekiştirme, Müdâfaa-i Hukuk Cemiyetlerini birleştirme, bu arada Yunan işgalciye karşı Kuvâ-yı Milliye güçlerinin verdiği çete savaşlarını örgütleme çabalarının yılıdır .

1920 yılı, düzenli orduya geçiş yönünde örgütlenmenin hem iç hem dış siyasetin zorunluluğu olarak kendini dayattığı bir yıldır. Ama hâlâ Çerkes Ethemler, Demirci Efeler, Topal Osmanlar vs. sahnede fazlaca yer işgal etmektedir. 23 Nisan 1920'de açılan BMM, bir yıldır sürdürülen siyasi var olma mücadelesinin çok önemli bir aşamasıdır. Dış güçlerin emrine girmiş İstanbul yerine Anadolu'nun bağrında asıl siyasi muhatabı oluşturma, savaşı yönetme, hatta yeni bir devlet kurma yolunda atılmış dev bir adımdır. Gerçi Meclis sorunsuz değildir ama Mustafa Kemal'in doğru kavrayışıyla, ayakbağı olmaktan ziyade meşruiyet kaynağıdır. BMM'nin açılışı, 20 Ağustos 1920'deki Sèvres dayatmasından dört ay öncedir; bu anlamda Sèvres'e verilmiş bir ön-yanıttır. Bu sırada Anadolu'da disiplinsiz çeteleri ikame edecek düzenli orduya geçiş çabaları yılın sonlarına doğru sonuç vermeye, sahadaki hâkimiyet Ankara'nın eline geçmeye başlayacaktır. Ama asıl kırılma noktası, 6 Ocak 1921'deki I. İnönü Savaşı olacaktır.

1921 yılı, artık vur-kaçların ötesine geçen muharebelerin yapıldığı, düzenli orduların çarpıştığı yıldır. Ankara Hükümeti'nin işgalci Yunan ordusuna karşı kendi düzenli ordusuyla karşı koyabileceğini kanıtladığı I. ve II. İnönü Savaşları (6 Ocak ve 21 Mart 1921), zafere giden yolda ilk tarihsel kavşaktır. Bu iki kapışma arasında emperyalizm, Londra Barış Konferansı (Şubat-Mart 1921) girişimiyle, Sèvres'in makyajlı bir benzerini Ankara'ya kabul ettirmeye çalışacak ancak başarılı olamayacaktır.

Türk ordusu, 10-14 Temmuz 1921 Kütahya-Eskişehir Savaşları yenilgisinden ve Yunan ordusunun Ankara'yı tehdit edici bir yakınlığa yerleşmesinden sonra Sakarya'nın doğusuna çekilerek Kurtuluş mücadelesinin son savunma savaşına hazırlanacaktır. Adeta bir varlık-yokluk kapışması olan Sakarya Meydan Savaşı'nın (23 Ağustos-13 Eylül 1921) zaferle sonuçlanması, hem askeri önderliğin özgüvenini pekiştirmesi hem kabaran Meclis içi muhalefetin süngüsünün kırılması bakımından belirleyici olacaktır. O kadar ki, Sakarya Meydan Savaşı kazanılmadan 1922'de savaşın nihai sonucuna götürülmesi mümkün olamazdı. Ayrıca bu zaferin ara siyasi sonuçları da olacaktır: Fransızlar 20 Ekim 1921'de Ankara Antlaşmasını imzalayarak kuvvetlerini çekerken Hatay hariç Türkiye'nin güney sınırları çizilmiş olacaktır. İtalyanlar da çekilecektir. Sovyetler Birliği aracılığıyla Kafkas Cumhuriyetleri ile Kars Antlaşması (13 Ekim 1921) yapılacaktır.

zafer-bayrami-ve-karsi-devrim-774760-1.
Cumhuriyet ideolojsinin ayakta kalan simgelerine hâlâ kırmızı görmüş boğa gibi saldırmaları, hatta Cumhuriyet'in kurucu belgesi Lozan'ı tartıştırmaları sebepsiz değildir. Çünkü ideolojik egemenliklerini tüm toplum üzerinde kuramamışlardır. Hedeflerine tam ulaşamayacakları da ortaya çıkmıştır.

30 AĞUSTOS VE SONRASI

1922 yılı, Sakarya Zaferi'nin bir diğer sonucu olarak, emperyalist Batı'nın bir Paris Barış Konferansı toplanması girişimi ve 22 Mart 1922'de Sèvres'i yumuşatan (ve Yunan tarafının peşinen kabul ettiği) bir barış antlaşması teklifiyle açılacaktır. Ankara, müzakere öncesinde işgalcilerin Anadolu'yu derhal boşaltması yönünde karşı teklifler sunarak, yarım bir zaferle yetinme tehlikesini ustaca geçiştirecektir.

Ama daha büyük tehlike içeridedir: Sakarya Savaşı sonrasında iç muhalefetin etkisi kırılmış olsa da, çok geçmeden, olağanüstü yetkilerle donatılmış Başkomutan Mustafa Kemal'i, orduyu bir askeri taarruza sevketmekte isteksiz davranmakla suçlayarak yetkilerinin geri alınması girişimlerini başlatacak, hatta sonuç dahi alarak orduyu iki gün Başkomutansız bırakacaklardır.

Büyük Taarruz'un hemen arifesinde, ağustos ayı başlarında bile, M. Kemal durumu şöyle betimliyor: "Muhalifler ordunun kıpırdayacak durumda olmadığı, böyle karanlık ve belirsizlik içinde beklemesinin yıkımla sonuçlanacağı yolundaki propogandalarını iyice kızıştırmışlardı. Gerçi bu görüş akımının Meclis'te yaptığı yankılar, düşmanlardan benim çok gizlemek istediğim saldırı planı açısından yararlıydı". (Nutuk, 2.cilt, s: 41). Nitekim 26 Ağustos'taki taarruz emri, Yunan güçleri açısından tam bir sürpriz saldırı olacak ve muharebenin süresini kısaltacaktır. Aslında M. Kemal, "hemen taarruz" baskılarına karşı tarihi yanıtını henüz 4 Mart 1922'de vermişti:

"Düşmana saldırmak için verilmiş olan kesin kararımızı uygulamaya başlamadan evvel, hazırlayıp tamamlamak zorunda bulunduğumuz savaş araçlarımızın ne olduğunu söyleyeyim: Tam üç aracın yeterince hazır olduğunu görmek lüzumunu hissediyorum. Onlardan birincisi ve asıl olanı doğrudan doğruya milletin kendisidir. Milletin, hayat ve bağımsızlığı için kalbinde/vicdanında belirmiş arzu ve emellerin sağlamlığıdır. İkinci araç, milleti temsil eden Meclisin ulusal arzuyu belirtmekte ve bunun gereklerini inanarak uygulamakta göstereceği azim ve yiğitliktir. Meclis ne kadar çok dayanışma ve birlik içinde ulusal arzuyu belirtirse, düşmana karşı o kadar güçlü üstünlük araçlarına sahip oluruz. Üçüncü araç, milletin silahlı evlatlarından oluşan ve düşman karşısına çıkarılmış bulunan ordumuzdur".

Bir asker olmasına rağmen, "millet-Meclis-ordu" üçlüsünü zaferin olmazsa olmazı olarak gören bir siyasi önderin uzak görüşlülüğü, bugün toplumu bölerek kendi iktidarını pekiştirmeye çalışan bir dinci iktidarın davranış kodları bakımından hem ibretlik hem öğreticidir.

Sonuç olarak, bu zafer kolay kazanılmamıştır. 26 Ağustos'ta başlayan büyük taarruz, Osmanlı dahil çok uzun süredir Türk ordusunun ilk taarruz savaşı olacaktır. Başkomutanlık (veya Dumlupınar) Meydan Savaşı'nda elde edilen kesin zafer ve sonrasında Ege ve İzmir'in kurtarılışı, Kurtuluş Savaşı'nın askeri bölümünün sonu olacaktır.

20 Kasım 1922'de başlayacak Lozan görüşmelerine İstanbul hükümeti enkazının da çağrılması, saltanatın sona erdirilmesi sürecini (1 Kasım 1922) hızlandıracaktır.

1923 yılı, öncelikle, sahada kazanılan savaşın sonuçlarının müzakere masasında da teyit edildiği; daha önemlisi, 24 Temmuz 1923'te Lozan'da 600 yıllık hanedanlık tarihe gömülürken yeni Türkiye Devleti'nin onaylandığı yıldır. Lozan'dan üç ay sonra Cumhuriyet'in ilan edilmesi, Lozan'ın modern Türkiye'nin mihenk taşı olduğunun ayrı bir kanıtıdır. M. Kemal, Nutuk'ta (2.cilt, s.113-155) Lozan Antlaşması'nı, Batılı güçlerin Mart 1921 ve Mart 1922 barış teklifleriyle ayrıntılı olarak karşılaştıracak ve Lozan'ın önemini bir de bu açıdan vurgulayacaktır.

BUGÜN NEREDEYİZ?

Cumhuriyet'in karşı-devrimci güçleri Birinci Meclis'te çok daha görünür olmakla birlikte sonraki dönemlerde de fırsat bulduklarında başlarını kaldırmışlardır. Bununla birlikte, Sèvres'e razı gelen, Kurtuluş Savaşı'na cephe alan ve sonunda İngilizlerin himayesinde ülkeden kaçan bir hanedana veya onun ideolojisine dayanarak bir muhalefet örgütlenemezdi. İslamcı hareket de benzer bir meşruiyet sorunu yaşadığı için Cumhuriyet'in yüksek prestijli muzaffer kadrolarına baş kaldıramazdı.

1946'da çok partili yaşama geçişle birlikte DP yeni bir sığınak olacaktır. Sağ partiler içine yuvalanan dinci siyasetin kendi kanatlarıyla uçmaya başlaması 1970'lerden sonradır. 1970'lerde önce CHP ile sonra da "Milli Cephe" içinde koalisyon ortağı olması; 1980 darbesinin (ve darbe hamisi ABD'nin) "ılımlı İslam" projesinin aslî oyuncusu olarak sivrilmeye başlaması ve 1994'te -CHP'nin büyük hatasıyla- büyük kentlerde belediye yönetimlerini ele geçirmesi; 1996-97'de DYP ile koalisyonda başbakanlığa terfi etmesi, nihayet 2002'den itibaren hem merkezde hem yerelde iktidara sürekli çöreklenmeyi başarması...

Şimdilerde, iyice güçlendikten, Cumhuriyet kurumlarının içini boşalttıktan ve dinci bir rejim inşasında epeyce yol aldıktan sonra, Cumhuriyet ideolojsinin ayakta kalan simgelerine hâlâ kırmızı görmüş boğa gibi saldırmaları, hatta Cumhuriyet'in kurucu belgesi Lozan'ı tartıştırmaları sebepsiz değildir. Çünkü ideolojik egemenliklerini tüm toplum üzerinde kuramamışlardır. Hedeflerine tam ulaşamayacakları da ortaya çıkmıştır. Haziran 2015'ten itibaren -Kasım 2015'te kanlı şiddetle kazanılan seçim hariç- artık tek başlarına seçim kazanamayacakları anlaşılmıştır. Anlaşılınca da, yasaklarla, faşist baskılarla toplumun bir bölümünü sindirme, diğer bölümünü de dinci ve milliyetçi ideolojiyle kışkırtma ve her iki kesimi birbirine düşürme yöntemleri öne çıkarılmıştır.

M. Kemal'in yukarda verilen 4 Mart 1922 tarihli Meclis konuşmasının devamındaki paragrafa yer vererek sonlandırabiliriz:

"Bu üç araç veya kuvvetin düşmana karşı kurduğu cepheler iki nitelikte düşünülebilir. Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin oluşturduğu cephedir. Dış cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silahlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, mağlup olabilir. Ama bu durum hiçbir zaman bir memleketi, bir milleti mahvedemez. Önemli olan, memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren iç cephenin çökmesidir".

Cumhuriyet Türkiye'sine çullanan iç ve dış güçlerin sorunu da işte budur: İç cephenin tam olarak çökmesi sağlanamamıştır. Gelecek umudumuz da esasen buradadır.