Zalim, karakter değildir. Dönüşüm yaşamaz. O daha çok karaktersizdir. Fakat zulüm, bir karakterdir. Tanıştığınız zaman içinizde yaşar ve iz bırakır. Bu yüzden zalimler ölünce, isimleri unutulur. Fakat zulüm, ne yazık ki yaşar.

Zalimin zulmü yaşar,  zalim değil

SİNEM SAL @sinemsal

İlkokulun karanlık ve sert bir günüydü. Üstüne adımızı kazıdığımız ve sanat hayatımızın ilk çizimlerini gerçekleştirdiğimiz nadide sıralarımızın üstünde duran ellerimiz heyecandan titriyordu. Çünkü az sonra kabarık ve kısa saçlı öğretmenimiz içeri girecekti. Biz de gelecekte olmak istediğimiz mesleğimizin kıyafetleri içinde gururla tahtaya çıkacaktık. Ben “buz balerini”ydim. Ama daha çok dansöze benzemiştim. Annem, evdeki eski tüllerden balerin kıyafeti yapmıştı bana ve ayaklarımda da önceki yılın 23 Nisan kutlamasından kalma pisipisilerim vardı. Beyaz atletimin kenarlarında pembe çiçekler fazla ütülenmekten eğilip bükülmüştü ve belimin hemen altından annemin eski tül perdesi sarkıyordu. Sapsarı…

Herkes sınıftaydı. Bir kişi hariç: Kenan. Adını neon ışıklarıyla her yerde görüyordum. Tek kurtuluşum ve çıkış kapımdı Kenan. Yumrukların Kenan, okulun en ünlü çocuklarındandı. Tuvalette sifon ipine, bazı çocukları astığı ve kimilerini de okul çıkışında dövdüğü biliniyordu. Asla akıllı değildi. İyi olmadığı ortadaydı. Fakat her nasılsa, öğretmenler onun yetenekli ve işbitirici bir çocuk olduğuna ikna olmuşlardı. Ders sırasında bir başka sınıftan tebeşir isteme ya da öğretmenler odasında unutulmuş olan sınavları sınıfa getirme görevleri hep Kenan’a verilirdi. Ben ona âşıktım. Bütün kızlar gibi. Hepimizin aynı anda aynı kişiye âşık olması bir nesil zorunluluğuydu. Neyse.

Heyecan içinde Kenan’ın sınıfa nasıl gireceğini düşünüyordum. İçimden bir ses belki o da balet olmuştur diyordu. İşte bu, bizim ruh eşi olduğumuz anlamına gelirdi. Dakikalar geçiyordu ama Kenan, sınıftan içeri girmiyordu. Silgi yiyen Necati bile mühendislik hayali kuruyormuş meğer. Uyuzların Gizem de müdür olacakmış. Neyin ve nerenin müdürü olacağına dair hiçbir fikri yok. Geriye kalan bütün insanlar gibi. Yükselmek olsun, diğerlerini ezmek olsun, o vakit mutlulardır ve nerede olduklarının asla bir önemi yoktur. Sıra bana gelmişti. Sunumumu, Kenan içeride değilken yapmak kalbime dokunuyordu. Tahtadaydım ve bana bakıp gülüşen öğrencilere neden balerin olmak istediğimi, balerin olmak için neler yapmam gerektiğini anlatıyordum. Kapı çaldı. İki tok yumruk sesine karşılık olarak, kabarık saçlı öğretmenimiz “Gel!” diye bağırdı. Kenan, aralanan kapıdan içeri girdi. Yeşilli ve kahverengili giysisinin içinde tam bir askerdi. Adımları bile değişmişti. Yürürken, sanki beton olduğu yerden çatlıyor ve ikiye üçe ayrılıyordu. Önümden geçerken bana baktı ve gülümsedi. Güzel olduğum için değil, komik olduğum için.

Öğretmenim neden “buz balerini” olmak istediğimi sordu. Ona, ayaklarımın yerden kesilmesini istediğimi söyledim. Sınıf, gülmeye başladı. Gülmeyenler de beni dinlemiyordu. Yerime oturdum. Kenan kalktı. Bütün erkekler haset, tüm kızlar hayranlık içinde ona bakıyordu. Elinde plastik tüfeğiyle kısık gözlerinin altında yarım yarım açarak konuştuğu ağzından dökülen cümleler hayatımın geri kalanında yankılandı:

“Ben insanları öldürerek, insanları koruyacağım.” Tam olarak bu kelimeleri mi söyledi bilmiyorum ama bunu anlattığından eminim. Bir de şiir ezberlemiş: “Suratımı boyuyorum/ vatanımı koruyorum/ hepinizin hayatına bir şekilde koyuyorum.” Tam olarak bu dizeleri mi söyledi bilmiyorum ama bunu anlattığından eminim. Bu defteri kapatmalıydım. Yaptığı resimlerle aklımı başımdan almış, önemli gün ve haftalarda okuduğu şiirlerle içimdeki bütün porselenleri kırmış olsa da konu benim için bitmişti.

Zil çaldı ve herkes haşin çığlıklar eşliğinde bahçeye döküldü. Üzerinde meslek kıyafeti olmayan bir sivil öğrenci, ben ve Kenan sınıftaydık. Ben sıramın üstünde, benden önce oturan insanların yaptığı kazı çalışmalarını siyah mürekkeple dolduruyordum. Tam o sırada Kenan, elindeki tüfekle, sivil öğrenci Meriç’i dürtmeye başladı. Bir yandan dürtüyor, diğer yandan da söyleniyordu. “Neden meslek kıyafetini giymedin, ha?” diyordu. “Kime karşı çıkıyorsun sen!” Çalan zille birlikte herkes içeri girmeye başlamıştı. Patır patır ve haldır haldır sınıfa dolan çocuklar kavgaya şahit olurken, kendilerini hiç düşünmeden Kenan’dan yana belirlediler. İçlerinden bir tanesi Meriç’in dilenci kılığında okula geldiğini söyledi. Bütün sınıf güldü. Kahkaha seslerinin arasında, Kenan, Meriç’i yakasından tuttu ve mont askılığına doğru sürükledi. Kenan’ın boynundaki damarlar şişmişti. Meriç’in damarlarıysa sadece kalbine kan götürüp kalbinden kan almak için hareket ediyordu. Kenan, çizgi filmlerde gördüğü gibi, Meriç’i askılığa asmaya çalışıyordu. Olmadı. Ama askılık koptu. Yere fırladı. Meriç yerdeydi ve Kenan, düşen Meriç’in üstüne ayağıyla basıyordu. Bütün sınıf onu alkışlıyordu. Ben ve Meriç hariç. Öğretmen içeri girdiğinde, yere düşen askılığı gördü ve beton zeminde yatan Meriç’e bir tekme savurdu. Bir kişi bile ağzını açıp “O yapmadı!” diyemedi. Ben dahil.

Aradan günler geçti. Havalar giderek soğuyordu ve Kenan okula gelmiyordu. Bir hafta sonra öğrendik ki ailesinin Güney’de bir şehre tayini çıkmış ve Kenan’ı da almışlar yanlarına. Sabahtı. Okula gelmiştim. Çok soğuktu. Ellerim titriyordu. Balerin değildim. Bu sınıfta artık balerin olmazdım da. Biraz gecikmiştim. Herkes sırasına oturmuş öğretmeni bekliyordu. Meriç, en arka sıradaydı ve üşüdüğü için üzerine yeşil bir mont giymişti. Kitap okuyordu. Kafasını pek kaldırmazdı. Mavi montumu çıkardım. Askılıkta boş yer arıyordum. Hepsini tek tek gezdim. Rengarenk paltolarla doluydu. Nihayet, askılıkların sonundaydım. Elimde mavi bir mont vardı. Duvara baktım; iki iri deliğin içinden dökülen beton parçacıklarına. Öyle kaldım. Hava soğuktu. Demiş miydim bilmiyorum ama elimde mavi bir mont vardı. Sökülen askılıktan kalma deliklere bakıp dedim:

“Zalim, karakter değildir. Dönüşüm yaşamaz. O daha çok karaktersizdir. Fakat zulüm, bir karakterdir. Tanıştığınız zaman içinizde yaşar ve iz bırakır. Bu yüzden zalimler ölünce, isimleri unutulur. Fakat zulüm, ne yazık ki yaşar.”
Öğretmen içeri girdi. Herkes ayağa kalktı. Dünyanın en sert günaydını kulaklarımda çınladı. Ben duvardaki iki deliğe bakıyordum. Kısa, kabarık saçlı öğretmenim bağırdı: “Kızım otursana yerine!” Oturdum. Meriç arkadaydı. Delikler duvarda…
Hiçbir şey yeterince iyi değildi.